Şu yaz sıcağında, Kuzuluk’ta bir rüzgâr esiyor. Altı gündür burada esen bir rüzgâr var. Yazın bu bunaltıcı sıcağında, Allah bu rüzgârı bir hafta bizlere teneffüs etmeyi nasip etti. Bu rüzgâr bir fırtına değil, bir kasırga değil, bir ayaz, bir tipi değil. Bu rüzgâr öfke içermiyor, nefret içermiyor, kin içermiyor, intikam içermiyor. Bir Kuzuluk rüzgârı estirmeyi, Allah bize nasip etti. Bu rüzgâr kardeşlik içeriyor, vahdet içeriyor, rahmet içeriyor, merhamet içeriyor.
Biz ki soğuk şubatlardan, nice kasırgalardan geçtik ve belki bazı kardeşlerimiz esen konjonktürel rüzgârların etkisinde kalarak sarsıldılar, döküldüler, yanıldılar ve savruldular. Ama elhamdülillah artık bizim de estirdiğimiz bir rüzgâr var. Esen kahpe rüzgârlara karşı direnebilecek ve kendi rüzgârımızı alarak yelkenlerimizi şişirebilecek, bir seviyeyi, bir fırsatı, bir nimeti Allah bize bahşetti. Krizlerden sonra fırsatları yakalayabilme yüceliğini Allah bize nasip etti. Buradaki meltemi, yürekleri okşayan bu güzel rüzgârı siz de Anadolu’nun dört bir yanına taşıyacaksınız. Tüm insanlarımızın bu güzel rüzgârdan nasiplenip, soluklanması için katkıda bulunacaksınız. Yani her birimiz, bu rüzgâra rüzgâr katmak mecburiyetindeyiz.
Erdemle ve ahlakla ilgili geniş bilgi açıklamalarında, aktarımlarında bulunmak önemli değildir. Önemli olan; bizim susmamız, ahlakımızın konuşmasıdır. Bizim susmamız, erdemimizin konuşmasıdır. Biz susacağız, adaletimiz yürüyecek. Mertliğimiz ve cömertliğimiz konuşacak. Bizden beklenen ve istenen budur.
Kuzuluk’a geldiğimiz süre içerisinde, bizzat şahit olduğum üç olayı sizlere anlatacağım. Erdem ve ahlak duruşunda nerde durduğumuzu, bu üç örnek üzerinden sizlere ifade edeceğim. Misafir olarak gelen kardeşlerimizden biri, liseyi yeni bitirmiş, pırıl pırıl, yüreği kıpır kıpır olan bir genç arkadaşımız yanıma geldi. Şu an kendisi bu salonda olmadığı için, kendisinden rahat bahsedeceğim. Üniversite sınavına girmiş ve istediği tıp fakültesine girebilecek yeterlilikte puan almış, gözleri ışıl ışıl. Aldığı puanı anlatmıyor, hangi fakülteye girebileceğinden bahsetmiyor. Bana dedi ki; “Elhamdülillah hocam, uzun bir maratonda ders çalışma, üniversiteye hazırlanma stresinden kurtuldum. Ağabeylerimize, amcalarımıza söyle, benim için bir öğrenci evi tutsunlar. Bundan sonraki tüm mesaimi lise ve orta öğrenimdeki gençlerle ilgilenmeye tahsis etmek istiyorum.”
Bu genç Allah’ın bize olan bir lütfudur. Bence ufkumuzu açacak olan budur. Yoksa benim buradaki konuşmalarım değildir. Ben; hızımı, enerjimi, gücümü, kuvvetimi, dirayetimi ve metanetimi bu yavrularımızdan alıyorum.
Yine iki gün önce bir telefon geldi, bir bayan sesi. Hakkâri’den aradığını söyledi, İmam Hatip ikinci sınıf veya üçüncü sınıf öğrencisi… “Hocam sizi bir programda izledim, ben Hakkâri’de fakir bir aile çocuğuyum. Hakkâri şartlarında İslam’ı öğrenme ve İslam’a hizmet etme noktasında imkânlarımız yok. Ne olur bana yardımcı olabilir misin, elimden tutabilir misin, İslam’ı öğrenme, İslami ilmi tahsil ve İslam’a hizmet, davet noktasında bana yardımcı olur musun?” dedi.
Hakkâri’den arayan bu ses, bana sorumluluklarımı hatırlattı. Bu talep karşısında yine ezildim, yine küçüldüm ve sizlere arz ediyorum. Artık bu toplumun rengi ve mahiyeti değişiyor, onu haber vermek istiyorum. Belki bu çocuklar üzerinde uzun boylu emeklerimiz olmadı ama Allah Azze ve Celle, üzerimizdeki yorgunluğun, bezginliğin, bıkkınlığın, bitkinliğin atılabilmesi için bir şekilde öyle güzel örneklerle bizi karşı karşıya getiriyor ki artık sığınabileceğimiz bir mazeretimiz, ileri sürebileceğimiz bir gerekçemiz kalmamış oluyor.
Üçüncü örneği söyleyeyim. Geçen gün bir hanım kardeşimiz yanıma yaklaştı. Müslümanların bu gayreti karşısındaki duyarlılığının, sorumluluğunun idraki içerisinde, bana bir şey uzattı. Açtım, baktım. Mihrini ve şu yaşa kadar tüm birikimlerini getirdi. Müslümanların hizmetlerinin daha kalıcı yürüyebilmesi için kendi eliyle teslim etti. Düşündüm ve kendime sordum; şunlara ben sahip olmuş olsa idim, acaba bu erdemi, bu yüreği ve bu özveriyi yapabilir miydim?
Doğrusu bende bu konuda, aynı şeyi yapamayacağım kanaati hâsıl oldu. Bunun maddi değerinin ötesinde, bu çağın kadınlarının zihnine empoze edilen hayat algısı, yaşam felsefesinin sonunda, çemberi kırıp bu erdemi gösterebilen insanlarla beraber olmak ve bunların bir neferi olmak, dünyada benim için en büyük mutluluktur. Bunlar benim geleceğe olan umutlarımı arttırdı. Bunlar sorumluluğumun boyutlarının ne kadar ciddi olduğunu tekrar bana hatırlattı. Bu ihlâs, özveri, sadakat, ciddiyet olduktan sonra diyorum ki, aşamayacağımız engel yoktur, üstesinden gelemeyeceğimiz zorluk yoktur. Bunun için müsterihim. Rabbime sonsuz hamd ve senalarımı arz ediyorum ve inşallah Rabbim bu güzelliklerin tüm coğrafyalara yayılması ve tüm insanlarımızın bu güzelliklerle buluşması için kendi payına düşen zorlukları yerine getirme noktasında irademizi güçlü kılsın, ayaklarımızı sağlam yere basmayı bizlere nasip eylesin.
Anadolu Eğitim ve Davet Gönüllüleri Platformu’nun logosunda yedi renk, yedi bölgeden insanlar ve ortada Kâbe’yi görüyorsunuz… Anadolu Platformu’nun yapmak istediği şudur; bir kıble yürüyüşü üzerindeyiz. Nesillerimizin kıblesizleştirilmek istendiği bir zamanda, modern zamanlarda kıble arayışı olan insanların şaşkınlıkları içerisinde, Anadolu Platformu devreye giriyor ve bir kıble yürüyüşüne çağrı yapıyor. Çok kıbleli bir hayata yok diyoruz, kıblesiz bir hayata da yok diyoruz. Tek kıbleli hayata karar kılıyoruz ve bir kıble yürüyüşünün startını alıyoruz.
Erdem denilince, ahlak denilince söylenecek çok şey vardır. İslam, ahlakın tanımını yapmakla kalmadı; bir ahlak ordusu yetiştirdi. Ahlakı sadece ahlakçı bir bakış açısıyla ele almadı ya da sadece ahlaki bir takım atıflarda bulunmadı. Allah Rasulünün Kur’an’ı Kerim’deki vasfına bakıyoruz, iki özelliği ile iki ayetle karşımıza çıkıyor. “Hulugun azim” ve “üsve-i hasene”. Yüce bir ahlak ve güzel bir örneklik üzerinde durduğunu görüyoruz.
Özellikle ahlak konusunda detaylara girmeden önce, belki de sonda söyleyeceğim bilmeniz gereken hususları öne çekmeye ve inşallah hakkı ve sabrı tavsiye babında, bazı hususların altını çizmeye çalışacağım. Bu noktada, erdem ve ahlakla ilgili, Asrı Saadet’ten iki kareyi aktarıp sonra kendimize dönerek, meseleyi belli bir sonuca bağlamaya çalışacağım.
Erdem ve ahlak… Nasıl bir erdem? Kendi referanslarımızdan, Kur’an ve Sünnetten hareketle, erdemin teorik tanımı ve açılımından ziyade, ashabın hayatında erdem, ahlak nasıl karşılık buluyor; iki örnekle vermeye çalışacağım.
Hz. Ubeyd müşriklerin eline esir düşüyor. Alıp Mekke’ye getiriyorlar, idam edecekler. Bir evde, evin bir odasına hapsediyorlar. İdam edecekleri günü bekliyorlar. Hz. Ubeyd, kesin bir şekilde artık idam edileceği saati bekliyor. Evde, evin odasında ev sahibi idamdan önce meyveler, bazı yiyecek şeyler getirip veriyorlar. Tabi meyve olduğu için yanına da bir bıçak koyuyorlar. Ubeyd meyveleri alıyor, bıçak elinde… Tam o sırada, evin küçük çocuğu nasıl oluyorsa o odaya dalıveriyor. Hz. Ubeyd sevimli çocuğu görünce kucağına alıyor, seviyor. Tam o sıra çocuğun annesi odaya göz atıyor. Bakıyor ki esir olan Ubeyd’in bir elinde bıçak diğer elinde çocuk. Feryadı basıyor. Eyvah çocuk gitti endişesi… Ölüme, idama mahkûm edilen Ubeyd evin çocuğunu rehin olarak almıştır, çocuğun hayatı riske girmiştir. Anne, yürek acısıyla feryadı basar. Hz. Ubeyd; annenin çığlığını, gözyaşlarını, çırpınışını seyreder. Aslında meyvesini yemekle ve çocuğu sevmekle meşguldür. Hz. Ubeyd istese çocuğu rehin de alabilir, bıçağı boğazına dayayabilir, hayatını kurtarabilirdi. Acaba Hz. Ubeyd nasıl davrandı, nasıl bir örneklik ortaya koydu. Ubeyd, haksız yere masum bir cana kastederek canını kurtarmanın hesabını yapmadı. İsteseydi bunu yapabilme fırsatı doğmuştu ama Ubeyd çocuğu salıverdi. Çünkü onun inancında, onun öğretisinde haksız yere bir cana kastetmek tüm insanlığı katletmekle eşdeğerdi. İşte Ubeyd’in sahip olduğu bu erdem… Kucağındaki yavruyu salıveriyor, anneyi rahatlatıyor. Yüzünün akıyla idam sehpasına yürüyor.
Diriliş nesli olmanın, bir masum can üzerinden hayat bulmanın, hayatı, özgürlüğü yakalamanın hiç bir anlamı yoktu. Haksız yere zulme bulaşarak elde edilen bir özgürlük, onun içine sinmedi ve hiçbir zaman sinmeyecekti. Çünkü onlar erdemli olmanın şifresini vahiyden almışlardı.
Bir örnek daha vereyim; Rasûlullah ile müşrikler arasında Hudeybiye Antlaşması imzalanır. Antlaşma maddelerinden biri de; Medine’den bir kişi Mekke’ye sığınacak olsa, Mekkeli müşrikler onu Medine’ye iade etmeyecekler. Ama Mekke’den biri Müslüman olup da Medine’ye sığınacak olursa, Müslümanlar onu tekrardan Mekke’ye iade edecekler. Sahabe, bu şarta karşı çıkmasına rağmen, Allah Rasulü bu maddeyi kabul etmişti. Taraflar oturdular. Kâfirler maddeleri yazmak üzereler… Yazıya henüz imza bile atılmış değil. Müşriklerin temsilcisi Süheyl; anlaşma maddeleri bitti, yazıya geçecek. İşte tam o sırada Müslüman olan, Mekke’de zincire vurulmuş, tutuklanmış olan Ebu Cendel ismindeki sahabe, bir yolunu buluyor ve tutuklandığı, zindana atıldığı yerden kendini kurtarıyor. Müslümanlara doğru hızla, umutla, sevinçle geliyor. Ebu Cendel, Süheyl’in oğlu. Tabloyu bir an için tasavvur ediniz. Geliyor, kendini Müslümanların safına sevinçle atıyor; artık özgürlüğümü elde ettim düşüncesiyle… Müslümanlar kucaklıyorlar, sarılıyorlar. Süheyl, müşriklerin baş müzakerecisi şunu söylüyor; Ya Muhammed, işte şimdi yaptığımız anlaşmaya sadakatinin olup olmadığının test edileceği andır. Sizinle şu şu maddede anlaştık. Mekke’den biri size sığındığı zaman onu bize iade edecektiniz. Şimdi Ebu Cendel’i bu maddeye göre bize iade etmeniz lazım.
Sahabe şok oluyor. Acaba Allah Rasulü ne diyecek? Ebu Cendel’i müşriklere iade mi edecek? Bu iadenin sonucunun idama kadar uzanacağının da farkında idiler. Nice işkencelerin Ebu Cendel’i beklediğini biliyorlardı. İmza atılmamasına rağmen, sırf konuşulduğu için, karara bağlandığı için, Allah Rasulü kendi elleriyle Ebu Cendel’i müşriklere teslim ediyor. Hz. Ömer atılıyor, çırpınıyor. Ebu Cendel de şaşkın; Ey Allah’ın Rasulü bu şartlarda beni bunlara teslim mi edeceksin? Bunun, benim için ne anlama geldiğini siz de çok iyi biliyorsunuz.
Ebu Cendel bir şeyler söylemeye çalışıyor. Hz. Ömer kabına sığmıyor; ne yapsam, nasıl etsem, nasıl bir çözüm bulsam diye çırpınıyor. Allah Rasulü Ebu Cendel’e dönüyor; “Ya Ebu Cendel, biz bu kavimle aramızda bir anlaşma yaptık.” Artık gerçekleşen bir ahit var, biz verdiğimiz söze ihanet edemeyiz, ahde vefasızlık edemeyiz. Konuşmalarımızın neticesinde seni bunlara teslim etmem gerekiyor. Sabret, inşallah Allah senin için hayırlı bir yol, bir çözüm gösterecektir.
Bir mümini kaybetme, hayatı pahasına, şu erdeme bakın… Şu yüceliğe, şu vefaya, şu ahlaka bakın ki o an ilkeler, değerler, doğrular konuşuyor. Bedel ne olursa olsun onu yerine getirmekten imtina edilmiyor. Bu çerçevede olaya bakmak gerekir.
İşte bundan dolayı diyorum ki; bizim üç günlük dünya hayatındaki kazanımlarımızı, birikimlerimizi, heveslerimizi, hesaplarımızı ve hevalarımızı bir kenara bırakalım. Bizden sonraki kuşaklara nasıl bir örneklik bırakacağız, nasıl bir miras bırakacağız? Bizden sonraki kuşaklar bizi neyimizle anacaklar? Siz de çok iyi biliyorsunuz ki Allah Rasulü Hz. Muhammed başta olmak üzere Mekke’deki tüm Müslümanlara yönelik değişik suçlamalar yapıldı. Ogünkü Müslümanlara; -başta Hz. Muhammed olmak üzere- sihirbaz, şair, büyücü, mecnun dediler. Tüm bunlar söylendi ama hiçbir gün, hiçbir Mekkeli Hz. Muhammed’e; bu hırsızdır diyemedi, bu yalancıdır diyemedi, bu soyguncudur diyemedi, bu ırz düşmanıdır diyemedi ve bu güvenilmez hain bir kişidir diyemedi.
İşte bundan hareketle; bize de radikal diyebilirler, fundamentalist diyebilirler, kökten dinci diyebilirler, yobaz diyebilirler, gerici diyebilirler ama bize hiç kimsenin şunu diyememesi lazım; bunlar vurguncudur, bunlar soyguncudur, bunlar hırsızdır, bunlar ırz düşmanıdır, bunların yetimin malında gözü vardır. Bunları dedirtmememiz gerekir; ahlak budur, erdem budur.
Hz. Muhammed Mekke’den Medine’ye göçtükten sonra, arkasından neyi konuşuldu? Eminliği, dürüstlüğü, mertliği, cömertliği ve cesareti konuşuldu. Yarın biz bu hayatı terk edip gittikten sonra, bizi tanıyanlar, bizim neyimizi konuşacaklar, bizi nasıl anacaklar, bizi nasıl yâd edecekler? Hangi özelliğimizle, hangi güzelliğimizle, hangi erdemimizle, hangi ahlakımızla anılacağız? Şimdiden bu sorunun cevabını bulmaya çalışalım.
Ahlaki bunalımlarımızın, tufanlarımızın ve çözülmelerimizin nasıl nüksettiğini sıralayalım;
1. Yüce ahlakın yerini global etik almaya başladı ya da ahlakın yerini iş bitiricilik ve iş bilirlik almaya başladı.
2. Takva örtüsünün yerini, başarı formasını giymek için çırpınışlar almaya başladı.
3. Sefer sorumluluğunun yerini, seyir kültürü almaya başladı. Sefer bilinciyle yolda olmaları gerekenler, alanı terk edip seyirci localarında iyi seyirciler olmaya başladı.
4. Olmanın yerini, sahip olma almaya başladı. Olmadan, sahip olmanın derdine düşenler olmaya başladı. Önce olmamız gerekir; sahip olmasak da olur.
5. Kolektif ruhun yerini katı bireycilik alırsa, bu da bizim bunalımımız ve kaybımız olacaktır.
6. Değerlerin yerine çıkarlar konuşursa, anlamın yerini yarar alırsa, mananın yerini meta, eşya işgal etmeye başlarsa; işte erdem kaybımız ve ahlaki çözülmemiz o zaman başlayacaktır.
7. Kulluk yükümlülüklerimizin yerini piyasa kuralları ya da piyasa yasaları almaya başlarsa; yine tökezlemeye ve yok olmaya başlarız demektir.
8. Mabet merkezli bir hayattan, market eksenli bir hayata savrulursak; zeminimizi, ağırlığımızı ve saygınlığımızı kaybederiz.
9. Haya ve iffetin yerini, imaj ve karizma almaya başlarsa; yine kaybedenlerden olan biz oluruz.
10. Salih amellerin yerini sadece sosyal faaliyetler, kültürel faaliyetler alırsa, kültürel ve sosyal faaliyetlerimize salih amelleri giydiremezsek, bu ruhu yükleyemezsek, salih amellerden yoksun, sadece sosyal faaliyetleri olan bir kitle, bir toplum olarak kalırsak; yine kaybedenlerden oluruz.
11. Tasaddukun yerini tasarruf tedbirleri alırsa; yine zeminimiz kaygandır ve yine ayaklarımız yere sağlam basmayacaktır.
12. Hakkın rızası yerine toplumun beğenisini tercih edersek, yine kaybedenlerden oluruz. Eğer tesettürümüzden amaç Hakkın rızası değil de toplumun beğenisi ise, tesettürü katletmiş oluruz. Başta örtü ama altta daracık pantolonlarla çocuklarımız, insanlarımız piyasaya çıkarsa, tesettürü katletmiş oluruz ve kendimize yazık etmiş oluruz.
13. Nefis terbiyesinin yerini kişisel gelişim setleriyle ve programlarıyla geçiştirmeye çalışırsak, korkarım ki ciddi açıklar veririz. Kişisel gelişim seanslarımızın miadı doldu, birazcık da nefis terbiyesine ve tezkiyesine yönelmemizin vakti geldi.
Şu kadar yıldır özeleştiri yapıyorsunuz, gelin biraz da tövbe edelim. Nefsimizi ve kendimizi ıslah etme noktasında, bir toplu tövbe seanslarımız olsun diye bir teklifle size gelmek istiyorum. Birbirimize duacı olalım; şikâyetçi ve davacı olmayı bir kenara bırakalım. Diyorum ki; kardeşliğin yerini kârdaşlığa terk etmeyelim; hasbiliğin yerini hesabiliğe bırakmayalım. Hasbilikde kararlı olalım, hesabiliğe takılıp kalmayalım. Yine diyorum ki; adanmışlıktan vazgeçmeyelim; uyanıklıktan ve kurnazlıktan vazgeçelim. Adanmışlık için neye dikkat etmek lazım? Şahıslara değil, mesaja yönelmemiz lazım. Olgulara değil, ilkelere yoğunlaşmamız lazım. Yoruma değil, hakikate kilitlenmemiz lazım. İşte bu eksendeki adanmışlığın çaba ve eksenleri üzerinde durmamız lazım.
Akan bir hayata, durgun bir mesajla karşı koyamazsınız. Hayat hızla akıp gidiyor. Durgun mesajlarla bu hayata cevap veremezsiniz. Dinamik bir hayat yaşıyoruz. Donmuş bir söylemle, çağın sorunlarının üstesinden gelemeyiz. Yeni hastalıklara, eski reçetelerle tedavi yoluna gidemeyiz. Çağın yeni hastalıklarını iyi teşhis etmemiz ve yeni reçeteler sunmamız lazım. Bu hastalıkların önüne geçebilecek, reçeteleri yazabilecek liyakatte, ehliyette ve donanımda insanlarımız var. Bunların kapısını aşındırmamız lazım.
Mevcudu korumak diye bir şey yoktur. Eğer siz mevcudu korumakla kendinizi sınırlıyorsanız, kendinize yazık ediyorsunuz. Sizi bekleyen çok büyük sorumluluklar var. Günü kurtarmak şeklindeki bir anlayışla da hareket edemeyiz. Bizim var olana her gün mutlaka yeni bir şey katmak zorunda olduğumuzu düşünüyorum. Bu konuda ilklerden olabilme cesaretini, liyakatini ve ehliyetini kuşanabilmemiz gerekir.
Ali İmran Suresi, 110. ayette geçiyor: “Siz, insanlar için çıkarılmış hayırlı bir ümmetsiniz.” Yani, Allah sizi niçin dünyaya çıkardı; sorusuna cevap veriyor. “İnsanlık için çıkarıldınız. İyiliği emreder, kötülükten men eder ve Allah’a iman edersiniz.”
Şimdiye kadar hep şu soruyu soruyordum. Hz. Ömer’e ait olsa gerek, şöyle bir cümle vardı; “Bugün Allah için ne yaptın?” Bunun açılımını yapıyorum. Bugün insanlık için ne yaptın sorusunu kendimize sormamız lazım. Bu ülkede 500 bin tane sokak çocuğu varken ne yaptın? Bu ülkede 1,5 milyon genç üniversite kapılarında üniversiteye girmek için çırpınıyor. Adam olmanın adresi olarak orası gösterildiğinden, oraya giremediği için bunalıma giren 1,5 milyon genç için ne yaptın? Hangi gençlik projesiyle onlara gittin? Bu ülkede 5 milyon işsiz var, evine çoluk çocuğuna ekmek götüremeyecek, hanımının yüzüne bakamayacak, insanlık erdemini ortaya koyabilme noktasında imkânı olmayan 5 milyon insan için ne yaptın? Cezaevlerinde 90 bin insan var. Bu insanlara zamanında İslam’ı, daveti ve hidayeti ulaştırmış olsaydık, belki o insanlar bugün cezaevinde olmayacaktı. 90 bin suçlu için ne yaptık sorusunu kendimize sormamız gerekir.
“Siz, insanlar için çıkarılmış hayırlı bir ümmetsiniz.”
İşte şimdi kendi payımızı konuşmamızın tam da zamanıdır, diye düşünüyorum. Eğitimci kardeşlerime samimiyetle soruyorum; ben bunların gençliğini ve çocukluğunu çok iyi biliyorum. Sizler düne kadar liselerin kapısında, ortaokulların kapısında, 80’li ve 90’lı yıllarda öğrenciler okuldan çıkınca, o öğrencilerle ilgilenmek, o öğrenciye davetinizi ulaştırmak için saatlerce okul kapısında bekliyordunuz. Ailelerin, okulun, sistemin, toplumun baskısına rağmen o çocukları kucaklamak, İslam’ın rahmeti ve şefkatiyle kucaklamak için, yıllarca emek verdiniz. Ama şimdi aynı okullarda öğretmen oldunuz, yönetici oldunuz. Bugün o okulların önünde çeteler, mafyalar, uyuşturucu ve organ mafyası, fuhuş mafyası nöbet tutuyor. Bizim terk ettiğimiz mevzilere onlar geldiler, oturdular.
Gençlik günlerimizde nöbet tuttuğumuz okullara idareci, öğretmen olduktan sonra, aynı misyonu sürdürüp sürdürmediğimizi lütfen, Allah rızası için kendimize bir soralım. Gençlik elden gidiyor, nesiller elden gidiyor. Bu konuda Allah rızkımıza kefil oluyor, bunu unutmayalım.
Yukarıda bahsettiğim ayet, bize şunu öğretiyor diye düşünüyorum. Başkası için yaşama erdemini göstermemiz lazım, işte erdem budur. Eğer sokaktaki çocuğun derdini, tasasını, biz yüreğimizde taşıyorsak, cahiliye bataklığı içerisinde kimliksiz, kişiliksiz insanların sancısı huzurumuzu kaçırıyorsa, düzenimizi bozuyorsa; işte biz erdemli toplum olma şerefini, liyakatini o zaman elde etmişizdir diye düşünüyorum. Bunun için kendimizi kenara çekme hakkımız yok.
Bir de şu ayete dikkatinizi çekmek istiyorum. Kalem Suresi, 48. ayeti okuyunca inanın ki bir hal oldum ve hâlâ etkisindeyim. Hz. Yunus’u düşünün… Allah, onu bir peygamber olarak gönderiyor. Ninova’da 33 yıl tevhid mücadelesini sürdürüyor. Ama bir gün geliyor canına tak ediyor; görev alanını, Ninova’yı terkediyor. Bunlardan bir şey çıkmaz diyor ve başını alıp gidiyor. Biliyorsunuz hikâyesini… Deniz, balık, balığın karnında tevbe, tesbih, tevhid…
Kalem Suresi, 48. ayette Allah, gönderdiği peygamberle ilgili şöyle diyor;
“Balık sahibi (Yunus) gibi olma.” Allah bir peygamber gönderecek, sonra da diyecek ki; o peygamber gibi olma, bu olacak iş mi? Yani mücadele alanını terk eden bir peygamberse, o peygamber gibi, o alanı terk edebilme hakkımız yok. O peygamber yapmış, ben de yaparım, deme hakkımız elimizden alınıyor. Peygamber, mücadele alanını terk etse bile, senin terk etme hakkın yok. Yunus’u bu noktada örnek alamazsınız, size düşen seferi sürdürmektir. Ninova’nıza dönmek ve sebat etmektir; Allah size güzellikleri nasip edecektir. Nitekim toplumun çalışmalarımıza müthiş bir teveccühü var; yaz okullarımıza, ev okullarımıza…
Artık ihtiyacı karşılayabilecek fiziki şartların yetersiz kaldığını söylüyoruz. Bu bize yükümüzün ne kadar ağır olduğunu gösteriyor.
Yine bir ayeti kerime bize emrediyor.
Enam Suresi, 14. ayeti de önceden biraz farklı anlıyorduk. Ayeti kerime diyor ki: “Ben, Müslüman olanların ilki olmakla emrolundum.”
Doğrusu ben bu ayeti önceden çok farklı anlıyordum; sonra sahabenin, Allah Rasulüne sorduğu şeyden dolayı bakış açım değişti.
Bir gün Rasulullah ashabıyla otururken, askeri bir grubu cihada gönderecek, ama infak gerekiyor, yardım ve destek gerekiyor. Hemen bir çağrıda bulunur; “Bunları kim teçhiz edecek, ihtiyacını kim giderecek?” Bir hareketlenme başlıyor. Herkes koşuyor evine, elinin altında ne varsa getirip Rasulullah’ın önüne koyuyor. Koşarak gidiyorlar, hızla dönüyorlar. Ve Rasulullah ayeti okuyor:
“Müslüman olanların ilki olmakla emrolundum.”
İslam için bir şey yapma fırsatı doğunca, ilk ben olmalıyım; eğer bir şey vermek gerekiyorsa, ilk ben vermeliyim; eğer bir ses yükseltmek gerekiyorsa, ilk ben söylemeliyim; Atılacak bir adım varsa, ilk adım benim adımım olmalı; tavrıyla yaklaşmamız, anlamamız lazım.
Bundan sonra yükümüz ağır, yolumuz uzun, ama imkânlarımız çok. Geçmişteki tecrübelerden hareketle bazı şeylere dikkat edeceğiz;
1. Marjinal yapılanmalardan kaçınacağız.
2. Şaz görüşlerden kurtulacağız.
3. Sığ anlayışlara prim vermeyeceğiz.
4. Çiğ davranışlardan kurtulacağız.
Bunlardan kurtulabilmemiz için özellikle şunlara dikkat etmemiz gerekiyor;
1. Kendimizle barışık olmamız lazım. Yani kendimizi önemsememiz lazım. Gerçekten biz önemliyiz. Bazen tevazu adına bizdeki potansiyeli kilitliyoruz. Bizdeki potansiyeli keşfetmemiz lazım. Çamurumuzdaki cevheri ortaya çıkarmak mecburiyetindeyiz. Bu konuda kendimize haksızlık etme hakkımızın olmadığını düşünüyorum. Biz kendimize değer vereceğiz ki, Allah da bize değer versin. Birbirimize değer vereceğiz ki, Allah katındaki değerimiz yükselsin.
2. Toplumla barışık olacağız. Bundan şunu kastetmiyoruz. Toplumun çarpıklıklarını yanlışlıklarını, çirkefliklerini onaylayalım demiyorum. Ama bizim toplumla kavga etmek, toplumla didişmek, toplumla bozuşmak şeklinde bir mecburiyetimiz yok. Özellikle ilkelerimizle, doğrularımızla, değerlerimizle, toplumun içinde ve toplumla iletişim halinde, aktif bir duruşu sürdürmemiz gereklidir.
3. Evrenle barışık olmamız lazım. Allah bu kâinatı, bu evreni bizim emrimize vermiştir. Yerde ve gökte ne varsa, Allah bizim emrimize vermiştir. Ama niçin vermiştir? Biz, emrimize verilen yerleri ve gökleri emanet bilinciyle yükleneceğiz ve karşılayacağız. Yeryüzünde ifsadın, imhanın olmaması için, yeryüzünü ihya ve inşa etmek için, bizim mutlaka etken olmamız lazım. Bizim mutlaka evrenle olan ilişkimizi düzenlememiz lazım. Bizi tehdit eden en önemli hastalıklardan biri de dünyevileşmektir. Evrenle olan ilişkilerimizi ve dünya ile ilişkilerimizi düzenlememiz gerekiyor.
Dünyanın içinde olacağız; kendimizi dünyanın dışına atmanın anlamı yoktur ama “dünya için” olmayacağız. Dünyanın içinde “Allah için” olmanın nasıl olduğunu ortaya koyacağız.
Dünyanın içine gireceğiz ama dünya bizim içimize girmeyecek. Siz denizin içine girebilirsiniz, yüzebilirsiniz ama deniz sizin içinize girerse bitersiniz, boğulursunuz; işte maharet budur, Müslüman’ın farkı budur. Dünyanın içine girecek ama dünya onun içine girmeyecek. Bugün kaybettiklerimizi, dünyayı içselleştirdiğimiz için kaybettik.
4. Allah ile barışık olacağız. Allah’a mesafe koymayacağız. Allah ile aranızı açmayın. Allah’a karşı dürüst olmaya çalışın. Allah ile iletişiminiz güçlü olsun. Allah ile dikey iletişim kuramazsanız, toplumla yatay iletişim kurmaya zorlanırsınız. Allah ile barışıksanız, Allah için bir şeyler yapmak durumundasınız. Ama unutmayın, siz yeryüzünde Allah’ın kamçısı değilsiniz, Allah’ın sopası değilsiniz. Allah adına insanları tokatlamanın görevimiz olmadığını bileceksiniz. Allah’ın görevinin taşıyıcısı, hidayetin sunucusu olmak gibi yüce bir göreviniz var. Allah ile barışık olmak için, Allah’a yakın olmak için iki şey öneriyorum. Kuran ve namaz… Kur’an’la ne kadar ilgilisiniz, namazla aranız nasıl?
Allah ile barışmadan hiçbir sorunun üstesinden gelemeyiz. Hani mescit merkezli bir medeniyetin çocuklarıydık biz, değil mi? Önce gelin Allah ile aramızı düzeltelim, Allah’ın korumasına girelim, diğer işler de o zaman yoluna girecektir. Allah ile aramızı açan iki tehlike var. Birincisi dünya, dünyevileşmek; ikincisi Şeytan; iki tehlikeye iki tedbirimiz var; Namaz ve Kur’an.
5. Son madde; ölümle barışık olmak. Ölümle barışık olacağız. Ölümü dışladık. Ölümü hayatın dışına ittik. Ölümü ötelemeye hakkımız yok. Ölümü hayatın içine çekelim, gündemleştirelim ve ölümle sıcak temas kuralım. Ölümün sıcaklığını her an ensemizde, ölümün nefesini her an üstümüzde hissedelim. O zaman ölümün bizi nasıl terbiye ettiğini, ölümün nasıl bizi erdeme taşıdığını o zaman göreceğiz.
Ölümün ilacı yoktur ama ölümün kendisi bir ilaçtır. Liberalizme ölüm ilaçtır, sekülerizme ölüm ilaçtır, modernizme ölüm ilaçtır. Hevanızı yenebilmeniz, arzularınızı gemleyebilmeniz, şehvetinizi durdurabilmeniz için ölümle sıcak temas kurmanız gerekiyor. Allah Rasulü diyor ki: “Lezzetleri kesen şeyi çokça hatırlayınız.” Ölümü unuttuktan, ölümü uzaklaştırdıktan sonra duruşumuz değişti, konuşmamız değişti, cakamız ve fiyakamız değişti. Birçok şey değişti. Giyim kuşamımız da değişti, tüketim alışkanlıklarımız da değişti. Lezzetleri kesen şeyi çokça hatırlamadığımız için değişti. Ölümü selamlayalım, ölüme selam verelim. Ölüme açık bir duruşumuz olsun. Ölüm korkusunu attığımız zaman güçleneceğiz.
Hanım kardeşlerimiz; şimdiye kadar engellerimiz vardı. Beyimiz, eşimiz, ağabeyimiz, babamız önümüzü engelliyor; faaliyet göstermemize müsaade etmiyor, izin vermiyorlardı. Sığınabileceğimiz, kendimizi savunabileceğimiz bir gerekçemiz vardı. Ama şu an tabloya bakıyorum; kocaların, babaların, ağabeylerin müdahalesi, kısıtlaması kalkmış. Artık mazeretiniz kalmadı, meydan sizin, ne yapacaksanız beraberce kendinizi ortaya koyarak yapın.
Faaliyetlerinizi, kendiniz kalarak yapmaya çalışın. Yaptıklarınız sizi şımartmasın. Büyümenin büyüsüne kapılmayın. Başarının sarhoşluğuyla, cazibesiyle başınız dönmesin, kendinizi kaybetmeyin. Kaybetmeden, Allah rızası için yapmaya çalışın. Kur’an-ı Kerim’deki kadının rolünü ve misyonunu okudukça, bu beni farklı âlemlere taşıyor. Allah Azze ve Celle bir kadının eliyle tarihe müdahale ediyor. Hz. Hacer’in eliyle Allah tarihe müdahale ediyor. Hz. Hacer, Safa ile Merve arasında bir yürüyüş başlatıyor. Tarihin akışı değişiyor. Hz. Hacer’i konuşuyoruz, ama Hacer’in teslimiyeti bizde var mı, Hacer’in ahlakını taşıyor muyuz, Hacer’in tevekkülünden nasibimiz nedir?
Allah, yine bir kadının eliyle tarihe müdahale ediyor. Hanne, rahmindeki yavruyu mabede adıyor. Adanmışlığı biz bir anneden, bir kadından öğreniyoruz, işte siz de adanmışlık ruhunun neresinde olduğunuzu Hanne’den ders alarak bugüne taşıyacaksınız.
Ve yine Allah, bir daha bir kadının eliyle tarihe müdahale ediyor. Meryem devreye giriyor. Tüm psikolojik ve toplumsal baskılara Meryem pes etmiyor, direniyor. İffetiyle, temizliğiyle, dürüstlüğüyle, Allah o örnekliği bizlere veriyor. Çocuklarımıza “Meryem” ismini vermek yetmiyor. Meryem’in iffetini güncelleyebiliyor muyuz, bu çağa taşıyabiliyor muyuz?
Allah, bir daha bir kadının eliyle tarihe müdahale ediyor. Nehir sularına terk edilen Musa’nın, tarih sahnesinde yerini alması için, Firavun’un karısı Asiye devreye giriyor. Allah, Asiye’nin eliyle tarihin akışını değiştiriyor.
Bugün de tarihin akışını belirleyecek temiz ellerinizi ve yüreklerinizi yeniden yıkayın ama bunu yaparken özellikle şahsiyetlerdeki ahlaki donanımı ve erdemi öncelikle yakalamanız gerektiğinin farkındasınız. Bunu güncelleme noktasında, kendinize düşeni daha iyi yapacağınızı düşünüyorum.