Turgay Aldemir

“Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen.
Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen”
(Ey insan evladı! Kendine saygıyla ve hürmetle yaklaş.
Çünkü sen kâinatta yaratılmışların özü ve en değerlisi olan insansın.)

Şeyh Galip

Gökleri ve yeri hak ve hikmete uygun olarak yarattı.
Sizi şekillendirdi ve şekillerinizi de güzel yaptı.
Dönüş yalnız O’nadır.

(Tegâbun-3)

Küreselleşen dünya düzeninin hegemonyası altında kozmopolit bir hayat yaşayan günümüz insanı, yaşadığı sarsıcı dönüşümler sonucu kendi metafiziğine, tarihine ve dünya tasavvuruna yabancılaşmıştır. Bütün hayatı açlık, sefalet, sömürü ve yoklukla geçen dünyanın mazlum halkları, yeniden kendi hayatına, evine, devletine, ekonomisine, eğitimine dönmeyi sabırsızlıkla bekliyor.
İnsan; beden ve ruhtan oluşan bir varlıktır. İnsanın bu iki yönü, iki farklı eğilimini sembolize eder. İnsan, bedeniyle maddeye bağlanmakta, ruhuyla ise yüce ve ulvi bir manaya kapı aralamaktadır. Bu nedenle insan âlemde var olan canlı-cansız her şeye bir yönüyle benzemektedir. İnsanlık tarihi de insanın zatında mündemiç bulunan bu iki vasfın birbiriyle mücadelesine sahne olmaktadır.
İnsan kendisiyle başı dertte olan bir varlıktır. Hayat dediğimiz mefhum, insanın kendisiyle olan derdinin asırlar boyu tekerrüründen ibarettir. Sürekli sorun çıkaran, ancak bunları çeşitli şekillerde adlandıran bir canlıdır insan. Sorun; doğal afetler, toprak, deniz, hayvanlar ve bitkiler değildir. Sorun, bilakis insanın kendisidir. İnsan, kendi sorununun kaynağıdır.
Hüsamettin Arslan “İnsan; kendisine, hayvan ve bitki âlemine, doğaya, suya, havaya, ateşe ve toprağa sorun çıkarandır” der. Endülüslü İbn-i Hazm ise “İnsanın insandan çektiğini, insanoğlu yırtıcı hayvanlardan çekmedi” diye ifade eder.
Suriye’yi, Irak’ı, Myanmar’ı, Cezayir’i kan gölüne çeviren, nükleer silahlarla mümbit toprakları bitki bitmez hale getiren, Afrika’nın yeraltı kaynaklarını sömürüp ahalisini aç ve bitap düşürüp ölüme terk eden, insanın ta kendisidir. Bu gerçek, Pir Sultan Abdal’ın şu dizelerinde vücut bulur: “Demiri demirle dövdüler; biri sıcak, biri soğuktu.
İnsanı insanla kırdılar; biri aç, biri toktu!”
Besinlerin genetiğini değiştirerek insanlığa zehir yediren, canlıların genetiği ile oynayıp dünyayı yaşanmaz hale getiren de insandır. İnsan, kendi eliyle kendi sonunu hazırlayan bir varlıktır.
Bir yandan varoluşsal hiçbir bedel ödemeden elde ettiği hazları, acıları, aşkları, hüzünleri metalaştıran modern iktisadın insanı ile diğer yandan insanı makineyle eş tutan bir anlayışla hareket eden psikolojinin insanı, kapitalist düşüncenin var ettiği bir üründür.
Modern Dünyanın İnsan Tasavvuru
Toplumları ve insanları bölüp yalnızlaştıran modern dünya, hayatı da birbirinden ayrı alanlara böldü. İnsanlar durmadan ayrışık ve spesifik alanlarda tartışmalar gerçekleştiriyor. Meseleler, bütüncül yaklaşımlardan uzak bir şekilde parçalanmış bir şekilde ele alınıyor. Ekonomik göstergeler, politik tartışmalar, toplumsal değişim, kentsel dönüşümler, tartışmaların odak noktasını oluşturuyor. İnsanlık; işçi ücretlerinin, kadın ve çocuk haklarının, kadının toplumsal konumunun, gençlerin geleceğinin tartışıldığı, hakikatin yitirildiği, insanın unutulduğu bir çağa doğru hızla ilerliyor. Bilimsel toplantılarda, gündelik yaşamlarımızda, kısacası hayatın herhangi bir alanında insan ve insana dair olandan çok fazla söz edemiyoruz. Kadın, yaşlı, genç, çocuk, yetişkin, işçi, öğretmen, esnaf, köylü, zanaatkâr, öğrenci, yönetici, zengin, fakir, zayıf, şişman diye sınıflandırdıklarımızın insan olduğunu unutuyoruz. İnsan; sayıların, verilerin, istatistiklerin, sıfatların ve etiketlerin konusu oluyor. İnsana dair tüm sorunlar, insandan bağımsız bir şekilde ele alınıyor. İnsan tanımlanmadan veya tanınmadan insanlık sorunları çözülmeye çalışılıyor. Eğitim sorunu, ekonomik kriz, terör, işsizlik, gelir adaletsizliği gibi konulardan bahsediliyor ama bunların insanla ilgili olduğu çoğu zaman unutuluyor. Merhum Aliya’nın dediği gibi, “Tek tek insanları sevemeyenler, insanlık (hümanizm) kavramını icat etmişlerdir; hem kullanmak hem de rahatlamak için.”
Tüm dünyayı içine alan pandemi sürecinde uygulanan yöntem ve tekniklerin, teknolojinin, bilimin yaşadığı çaresizlik, bir tek şeye işaret ediyor: sorunların ve sorunun çaresi insandır. Hastalıkların üstesinden gelmek ve virüsle mücadelede başarıya ulaşmak için öncelikle insanı anlamak gerekiyor. İnsanı anladığımızda virüsün ne olduğunu, niçin ortaya çıktığını, onunla nasıl başa çıkacağımızı da bir nebze olsun anlayabiliriz. Halil Cibran, “İki şey insanın bakış açısını değiştirir: hastalık ve gurbet” der. Çünkü hastalık, insanın yeniden düşünmesi, yenilenmesi için bir fırsattır.
Çağdaş Batı düşüncesine göre insan, kendisini hem anlaşılması gereken bir nesne hem de anlamaya çalışan bir özne kıldı. Biz kendimizin hem nesnesi hem de öznesi olabilir miyiz? Eğer dünyaya gelme nedenimizi biz oluşturmuşsak, yani dünyaya gelme iradesi ve tercihi bizim elimizde ise bu soruya “evet” cevabını verebiliriz. Ancak görünen o ki hiçbirimiz dünyaya gelmeyi kendi iradesiyle tercih etmiş değil.
Bilim tarihi boyunca çeşitli ontolojik tanımlamalar yapılmış ve “İnsan nedir?” sorusuna cevaplar aranmıştır. Din, insanın kadir-i mutlak bir yaratıcı tarafından yaratıldığını ifade ederken, klasik felsefe, insanın mümkün varlık kategorisinde olduğunu söyler. Varoluşçular, insanın dünyaya atıldığı düşüncesindedir. Bu ve benzeri tüm ontolojik değerlendirmeler, insanın kendisinin hem öznesi hem de nesnesi olamayacağını ifade eder.
İnsanı kendisinin hem öznesi hem de nesnesi kıldığımızda salt işaretten ibaret bir varlık çıkar karşımıza. Bu ise insanın varlığı ile işaret ettiği bir şeyin olmadığı anlamına gelir. Ancak insan aklının, zihninin ve kapasitesinin, hatta biyolojisinin sınırlarına ve sınırlılıklarına dair bütün tespit ve değerlendirmeler, insanın sonsuzluk karşısında bir sonlu olduğunu vurgular.
O halde insan bir işarettir. Ama işaret ettiği bir şey de vardır! O zaman insanın işaret ettiği şey nedir? Biyolojik doğası mı? Psikolojik yapısı mı? Sosyolojik yönü mü? Siyasi amaçları mı? Ekonomik dürtüleri mi? Hayatı, iyiyi ve kötüyü anlamlandırdığı inançları mı? Yahut tüm diğer canlılardan kendisini onunla ayırdığı akıl ve iradesi mi? Bu sorulardan birini merkeze almak; insanın hissi, vicdani veya akli yapısını göz ardı etmek anlamına gelir. Bu yöntemle varılacak yer, İhsan Fazlıoğlu’nun dediği gibi, ya hayvanilik ya mistiklik ya da vahşilik olacaktır. O zaman şunu söylemek zorundayız: İnsan indirgenemez bir varlıktır. İnsan dediğimiz varlık, tüm bu yönlerinin farkında olan ama dahası, farkında olduğunun da farkında olan bir varlıktır. İnsanı anlamamızı sağlayacak yöntem de insanın bütün yönlerini herhangi birine indirgemeden bir arada ele alan yaklaşım biçimi olacaktır.
İnsanlık Tarihi, Aynı Zamanda İnsanlığın Anlam Arayışının Tarihidir
Şimdiye kadar insanı anlama yolunda görebildiğimiz kadarıyla dört yol benimsenmiştir: din, felsefe, bilim ve sanat. Bu dört yol, yakın zamana kadar optimal/azami bir harmoni ve uyum içinde ortak hareket ediyorlardı, ancak bugün birbirlerinden tamamen ayrıldılar. Din, felsefe, bilim ve sanatın birbirinden ayrılması, pek çok ayırımı da beraberinde getirmiştir. Hume (Hium) ile birlikte din ve ahlak, Machiavelli (Makyavelli) ile birlikte siyaset ve ahlak, Newton (Nivtın) ile birlikte din ve bilim, Kant ile birlikte iyi, doğru ve güzel, Bacon (Beykın) ile birlikte bilgi ve erdem, Descartes (Dekart) ile birlikte ruh ve beden birbirinden kesin hatlarla ayrılmıştır.
Wael b. Hallaq, İmkânsız Devlet kitabında, “Söz konusu ayırımın en acımasız ve can yakıcı sonuçlarından birisi ahlak, din ve hukukun birbirinden ayrılması olmuştur. Bugün karşımızda ahlaki olan, hukuki olan ve politik olan olmak üzere birbirinden kopartılmış alanlar var. Ancak insan, böylesi bir bölünmüşlük ve parçalanmışlık içerisinde daha fazla yaşayamaz” demektedir.
Felsefe, din, bilim ve sanatın birbirinden ayrılması, hayatımızı cehenneme, bizleri şizofrenik varlıklara, toplumlarımızı yığına, inancımızı kuruntuya, bilgimizi malumata, siyasetimizi pragmatizme dönüştürdü. Hukukumuz ahlaktan yoksun kanunlar manzumesine, ahlakımız edilgen bir vicdana, tıbbımız felsefesiz bir zavallıya, iktisadımız ise acımasız bir homo econumicus’a (ekonomikusa) evrildi. Böylesi bir habitusta karşımıza çıkan korona virüsü ne kadar anlayabiliriz? Sanırım Bilim Kurulu’nun anladığı kadar, siyasetin anlattığı kadar!
Bilim ve siyasetin yaptıklarını hafife alıyor ya da küçümsüyor değilim. Onlar fil metaforunda olduğu gibi korona virüsten dokunabildiklerini tarif etmeye çalışıyor olsalar da bahsettikleri tamamen gerçek. Ama gerçek ile gerçeğin bir parçası arasında büyük bir fark vardır.
Korona virüs bir sağlık sorunu olarak ortaya çıktı, tedavisi de sağlıkçıların alanına giriyor. Ama salgının kontrolü ve yönetilmesi salt bir sağlık sorunu mudur?
Maskelere ve temizlik ürünlerine duyulan acil ihtiyaç sonucunda söz konusu ürünlerin fiyatlarının birtakım işgüzarlar tarafından katbekat arttırılması bir sağlık sorunu mudur? Evde kalanların yaşadığı tedirginlik ve bunalım bir sağlık sorunu mudur?
Salgının ilahi bir uyarı ve ceza olduğuna inanan insanlar bir sağlık sorunu mudur? Salgın sürecinde yaşlıların ve yaşlılığın daha yüksek derecede tehdit altında olduğunun tespitinin, yaşlılardan ve yaşlılıktan nefrete dönüşmesi, bir sağlık sorunu mudur?
Salgın sürecinde işinden ve aşından olan insanlar için büyük bir fedakârlık göstergesi olan yardım kampanyaları ve gönüllü destek hizmetlerini, sağlık, tek başına nasıl anlamlandırabilir?
Amacım sağlığın ve sağlıkçıların yaptıklarını hafife almak değil kesinlikle! Bilakis onlara büyük bir şükran borçluyuz. Mesele, onların yaptıkları ve yapamadıkları değil. Mesele şu ki artık acilen anlamamız gereken daha büyük bir mesele var.
İnsan, Ebu Hayyan Tevhidî’nin ifadesiyle, “kalıbıyla şahıs, benliğiyle zat, ruhuyla cevher, vahdetiyle küll, kesretiyle tek, hissiyle fani, ruhuyla baki, intikal ve kemal yönünden diridir. İhtiyaç bakımından noksan, istek bakımından tam, varlığın özü, kendisinde her şeyden bir şey bulunan ve her şeyle alakadar olan varlıktır. İşte, insan budur.” (Ebu Hayyan et-Tevhidî, el-Mukasebât, s. 374.)
O halde Müslümanlar olarak sünnetullahın idrakine yeniden varmalıyız. Vakit, fıtratullahı muhafaza etmenin, fizik ile metafizik arasındaki anlamlı ve tutarlı dengeyi yeniden kurmanın vaktidir. Acziyetimizin bir kez daha farkına varmanın, yüzümüzü ve yönümüzü bâkî olana yöneltmenin anlamını idrak etmenin vaktidir. Tedbirle tevekkülü, dua ile gayreti, teslimiyet ile mücadeleyi aynı anda sürdürmek durumundayız.
Pandemi Süreci ve İnsanı Yeniden Düşünmek
Bugün pek çok büyük boy teorilerin, söylemlerin ve ideolojilerin giderek anlam kaybına uğradığı zamanları tam deneyimlemeden çok daha farklı boyutlarda deneyimler kazanmaya başladığımız günleri yaşıyoruz. Bütün dünyayı etkisi altına alan bir pandemi süreci elbette birçok alanda yeni şeyler öğretti ve daha da öğretecek. Bizim açımızdan insanın kendi başına kalmaya olan ihtiyacını fark etmesi ve bununla beraber kendi başına kaldığında nasıl bir şeye karşılık geldiğiyle yüzleşmesi, çok daha önemlidir.
Belki önemsemediğimiz ve görmezden gelebileceğimiz bir yavaşlıkta sürüp giden hayatlara da şahit olma fırsatı bulduk. Aslında bize övgüyle anlatılan medeniyetler de hep böyleydi. Örneğin Hz. Süleyman’ın kuşların ve karıncaların dilinden anlayabilmesi, hayatımızda çok önemsiz görülen ayrıntıların bizi nasıl eğitebileceğiyle ilgili açık bir mesajdı ya da Hz. Peygamber’in kuşu ölen çocuğa başsağlığı dilemek için ziyarete gitmesi, küçük bir ayrıntı gibi görünen ama birçok derinliği içinde barındıran bir anlam taşımaktadır.
İnsani yönden gelişmişliğimizin oranıyla yüzleşmek zorundayız. Bu oran bizim ahiret, dünya ve insan olmak ekseninde gerçek değerimiz olacaktır. Hem yalnızken yapıp ettiklerimiz hem bir başkasıyla geliştirdiğimiz her türlü hukukumuz, kendi ontolojik kabulümüzle ilgilidir. Varlık olarak konumlandığımız yer, her türlü ilişkimizin temel belirleyicisi olacaktır. Hiç tanımadığımız, düşüncelerimize, değer dünyamıza, psikolojik gerçekliğimize ve hayat felsefemize çok yabancı birisi veya birileriyle bir arada kalmak veya aynı kaderi yaşamak zorunda olduğumuzda gösterdiğimiz tavır ve davranışlarımızı, hülasa kendimizi muhasebeye çekmeli ve bu hayatın içinde varoluşumuzun nasıl bir anlam ürettiğini görmeliyiz.
Toplumsal Benliğimizi Tanımadan Kendimizi Tanıyamayız
İnsan, kendini tanımadıkça Rabbini tanıyamaz. Kendini nerede, hangi şartlarda, kiminle, nasıl tanımladığı ise toplumsal benliğini oluşturur. Dolayısıyla insanın ontolojik çabası, salt birey olma çabasından uzak olmak durumundadır. Tek başına kurtuluşun mümkün olmadığını idrak etmek zorundayız. İçinde yaşadığımız toplumun iyi, güzel ve sağlıklı olduğu takdirde bizim de iyi, güzel ve sağlıklı olacağımızı bir kez daha anlamanın tam zamanıdır. Kapitalist dünyanın sunmuş olduğu yağma, panik, depresyon, bireysel kurtuluş, doğal seleksiyon, nüfus azaltma yaklaşımlarına karşı kardeşliği, yardımlaşmayı, fedakârlığı, karşılıklı anlayışı güçlendirmemizin zamanıdır. Yardımlaşan, vicdanlı, merhametli, adil insanlardan oluşan “dayanaklı toplum”un var olmasına daha fazla ihtiyaç var.
Koronavirüs hadisesi bize en çok modern dünya düzeninin insan tasavvuru hakkında fikir verdi. Bu düzenin insanı egoist, yalnız, narsist, kendi çıkarlarına düşkün ve sevgisiz salt bir bireydir.
Fransa Sağlık Bakanı’nın, “Yaşlı bakım evlerinde 3200 yaşlının korona virüs nedeniyle kaybedildiğini tahmin ediyoruz” açıklaması, “İspanya’da terk edilmiş huzur evlerinde kalan yaşlılar yataklarında ölü bulundu” ve “Korona virüs salgınından en çok etkilenen Avrupa ülkelerinden biri olan İspanya’da askerler terk edilmiş huzurevlerine girdi ve yaşlı kişilerin cesetlerini yataklarında buldu. Huzur evlerinde koronavirüs tespit edilmesinden sonra çalışanların ailelere haber vermeden tesisleri terk ettiği açıklandı” gibi haberler, modern dünyanın temsilcilerinin insanı nasıl tanımladıklarını apaçık gün yüzüne çıkarıyor. ABD, Almanya, İtalya, Belçika gibi ülkelerde de huzur evlerindeki ölümler oldukça yüksek sayıya ulaşmış durumda.
Batı’nın ve bizdeki Batı hayranlarının anlayamadığı nokta şu: Bayındır sokaklar, yüksek binalar, sosyal güvenceler ve her türlü teknolojik gelişmişlik, eğitimli (şuurlu) bir insanla buluşmadığı sürece, insan, sahip olması gereken anlamdan koşarak uzaklaşıyor.
Şuurlu/Nitelikli İnsanlardan Oluşan, Dayanaklı Bir Toplum, Nasıl Ortaya Çıkar?
Türkiye’nin geçmişte ve şimdi yaşadığı en büyük sorun ne terör, ne işsizlik, ne de konut sorunudur. En büyük sorunumuz insandır. Söz gelimi ekonomik büyümeye, teknolojik ilerlemeye rağmen insan kalitemiz istediğimiz seviyede değil. Bunun için insanı yeniden düşünmek, insan olmanın anlamını yeniden kavramak zorundayız. İnsan olarak düştüğümüz çukurdan yine insan olarak çıkmak zorundayız. Bunun yolu da eğitim alanında insan unsurunu merkeze almak suretiyle adımlar atmaktır. Bizi geleceğe taşıyacak olan, bu konudaki kararlı tutumumuzdur. Neredeyse son iki asırdır nitelikli, irfan sahibi aydın insan sorunuyla uğraşıyoruz. Eğitim süreci ve müfredatlar yapılandırılıyor, bütçeden yüklü miktarda ödenekler ayrılıyor, okullar inşa ediliyor, milyonlarca kitap basılıyor, yüz binlerce öğretmen var, ama bir türlü istenen sonuç alınamıyor.
Çünkü, beşerden insan oluşa geçiş olarak tasavvur edilen maarif ne sadece siyasetin ne ekonominin ne de devletin meselesidir. Aslında maarif bu sayılanlarla ilgili olsa da özü itibariyle bunlardan herhangi birine indirgenemeyecek bir meseledir. Çünkü maarif, özünde ontolojik bir konudur. Ontolojik meseleler metafizik köklerden beslenir, metafiziğin gölgesinde de boy verir, gelişir. Dolayısıyla eğitim/maarif, bir insan sorunudur.
Bizim her şeyden önce maarif denilen meselemizin hakikatte neye dair bir mesele olduğuna karar vermemiz gerekiyor. Maarif meselesinin ekonomiye ve siyasete etkileri vardır, ama maarif meselesi ekonomiye ve siyasete dair bir mesele değildir. Bu vurguyu neden yapıyoruz? Zira bugün hemen herkes tarafından mesele büyük oranda ekonomik, belli oranda da politik olarak görülüyor.
Eğitim politikaları, iş bulma, meslek kazanma, üretime katkı veya demokratik kültüre uygunluk gibi amaçlarla oluşturulduğunda meselenin özü kaybediliyor. Şu anda eğitimden en fazla şikâyetçi insanların bile meselesi ontolojik değil ekonomik veya politiktir. Bunun için eğitim, ekonomisi kötü ülkelerde ekonomisi iyi olan ülkelere göre daha fazla tartışılır. Hindistan’da, Afrika’da ve Ortadoğu’da eğitim meselesi ekonomiyle bağlantılı olarak hayati bir mesele olarak karşımıza çıkar.
Sanayi Devrimi’nden bu yana söz konusu süreç, eğitime evirildi ve kitleselleşerek tek tip bir formata dönüştürüldü. Modern hayatın zorunlu bir gereği olarak inşa edilen okul, her yönüyle standartlaştı. Bu standartlaşma düzenini okul hayatının her cephesinde görmek mümkündür.
Modern eğitim karmaşıklaşan ve çeşitlenen ekonomik dünyaya kalifiye eleman bulma sürecinde belli bir zaman diliminde, belli mekânlarda önceden hazırlanmış programlarla öğrencilerde istenen davranışlar oluşturma projesi olarak karşımıza çıktı.
Buna karşılık bizim anlayışımızda maarif, insanın varlığının fark edilmesidir. Maarif ne dünü anlama sanatı, ne çağın gerekliliklerine icabet, ne de geleceğe hazırlıktır. Maarif, insanın kendisini tanıma, anlama ve anlamlandırma sürecidir.
İnsanı Yeniden Düşünmek
İnsan, bütün kabullerimizin ve tasavvurlarımızın merkezindeki kavramdır. Farkında olunsun ya da olunmasın tüm faaliyetler, bir insan anlayışından hareketle gerçekleştirilir. Bu nedenle ele alınan her problem ya da ileri sürülen her teklif, insanı dikkate almak durumundadır.
Farklı bilgi alanları, farklı inanç ve düşünce disiplinleri, önerilen her türlü politik, ekonomik ve kültürel program, belirli bir insan anlayışına dayanmakla kalmayıp aynı zamanda tahayyül edilen insan modelinin inşasını içerir.
Bu önemi nedeniyle, “insanın ne olduğu” sorusu, geçmişten bugüne farklı bilgi ve inanç sistemlerinde ele alınıp tartışılmıştır. Soru, insanın kendisini bilme, insanı diğer varlıklardan ayıran temel özelliklerinin neler olduğunu belirleme çabasının bir sonucudur. İnsanoğlu etrafındaki dünyadan, içinde bulunduğu varlık evreninden, bizatihi kendisine yöneldiğinde kim ve ne olduğuna dair sorularla karşı karşıya kalır. “Ben kimim?”, “Diğer canlı türlerinden insanı ayıran hususlar nelerdir?” gibi sorular nihayetinde “İnsan nedir?” sualinde hulasa olur.
“İnsan nedir?” sorusuna, Batı felsefi geleneği kendi içinde ortak bir anlayışa sahip olmamakla birlikte çeşitli cevaplar üretmiş ve bu cevaplar bütün bir dünyada modern insana dair tüm yaklaşımların neredeyse referans noktası haline gelmiştir.
Platon’dan Aristo’ya, Augustinus’tan (Agustinus’tan) Akinalı Thomas’a (Tomıs’a), Hume’dan (Hium’dan) Kant’a, Hegel’den Marks’a, Nietzsche’den (Niıçe’den) Freud’a (Froyd’a) kadar birçok Batılı düşünürün insan anlayışı, modern zamanların fikri tartışmalarında belirleyici ve yönlendirici referans olarak yer almıştır. Kuşkusuz bakılması, değerlendirilmesi ya da varsa istifade edilmesi gereken fikirler olarak bütün bu felsefi çaba önemlidir. Ne var ki insanlık tarihinin zaman ve mekânda almış olduğu mesafe ve tecrübeye kıyasla oldukça kısa olan bir durağına karşılık gelen Batı düşüncesinin yegâne belirleyici hale gelmesi, birçok noktada olduğu gibi, insan anlayışını da kusurlu ve hasarlı hale getirmiştir.
Yaklaşık birkaç asırdır, modernite olarak adlandırılabilecek olan gelişmeler, insanlık birikiminin hacimce büyük, nitelik olarak önemli bir kısmını görmezden gelmiştir. Şüphesiz tüm bu yaşananlar sadece entelektüel alanda yaşanmış ve olmuş bitmiş değildir. Bu bilme ve inanç biçimi şu ya da bu şekilde inşa ettiği siyasi, iktisadi ve kültürel sistemle en temel kavram ve kabullerin müphem ve muğlâk hale gelmesine neden olmuştur.
Ne var ki bugün bu hususlar geçmişe nazaran daha berrak ya da daha net değildir. Aksine teknoloji ve biyoloji alanında yaşanan gelişmeler, tıp ilminin ulaştığı boyutlar, insana dair, varlığa dair kavrayışları daha da bulanıklaştırarak insan anlayışını farklı bir noktaya taşımıştır.
Bilindiği üzere bilgisayar ve yazılım teknolojisinde, ayrıca nörobilim alanında yaşanan gelişmeler, bugün artık başka bir insanlık durumundan ve insan anlayışından bahsetmektedir. “Posthuman (posthümın)”, “transhuman (transhümın)” türünden felsefi yaklaşımlarla ifade edilmeye çalışılan yeni durum, insana dair kavrayışı, farklı bir evrede yeniden muğlaklaştırmaktadır.
Bu düşüncelerin önemli savunucusu ve teorisyenlerinden biri olan Ray Kurzweil, (Ray Kurzvayl) bu durumu insanlık gelişiminin çeşitli aşamalarına gönderme yaparak açıklıyor. Nihayetinde Kurzweil (Kurzvayl), ileri teknoloji yardımıyla insanın fiziksel ve zihinsel sınırlamalarının tümüyle aşılabileceğini, birkaç nanoçip’le süper-insanlar yaratılabileceğini, DNA sarmalına “küçük” müdahaleler yapılarak genetik olarak yatkın olduğumuz hastalıkların daha doğmadan yok edilebileceğini söylüyor. Öyle ki teknoloji ve biyoloji alanındaki gelişmelerle, insan zihninin yapay bedenlenmesi sayesinde, insanın ne zaman öleceğine ancak kendisinin karar verebileceğini iddia ediyor. Kurzweil (Kurzvayl), bunların ne zaman gerçekleşeceğine dair bir tarih vermeyi de ihmal etmiyor. İleri sürdüğü tarih 2045’tir.
Bütün bunlara bir bilim-kurgu ya da bir film senaryosu olarak bakmak mümkündür. Ne var ki mesele o kadar basit değil, zira Kurzweil (Kurzvayl) da bir senarist değil. Kurzweil’ın (Kurzvayl’ın) içinde yer aldığı sermaye ve teknolojik evren, günümüz dünyasının en önemli kuruluşlarından oluşmaktadır. Google ve benzeri şirketlerin danışmanlığını ve direktörlüğünü yürüten Kurzweil (Kurzvayl), bu fikirlerin sadece bir kurgu veya fütüristik tasarımlar halinde kalmayacağına, tam aksine sistematik olarak bu tür sonuçlara ulaşılması için bir uğraşın verildiğine ve bu projelerin gerçekleştirilmeye çalışıldığına işaret etmektedir.
Bu insan tasarımının hukuktan siyasete, ekonomiden eğitime kadar çeşitli faaliyetleri içeren birçok hususu yeniden düşünmeye ve tanımlamaya götüreceği aşikârdır. Fakat esas soru hâlâ yanıtlanabilmiş değildir: “İnsan nedir?” ve “Varlığın amacı nedir?”
Bilişsel, nörobilimsel veya yazılımsal insan tasavvurları nihayetinde insanı sayısal ve biyo-psikolojik bir varlık olarak telakki ediyor. Ancak tüm bu düşünceler, bütün kültürlerce kabul edilen ve insanın yaratılışında kendisine bahşedilen “ruha” veya “töze” dair esasları kapsayabilmek ve kavrayabilmekten uzaktır.
O halde tekrar soralım: “İnsan nedir?”, “İnsanın varlık hiyerarşisindeki yeri neresidir?”
Bu sorulara Kant’ın iddia ettiği gibi “mutlak varlık” olan insanın kendisinden hareketle, sadece akıl yoluyla ulaşmanın pek de mümkün olmadığını modern zamanlarda bizatihi tecrübe ederek öğrenmiş bulunmaktayız. Kant’ın insanda içkin bulunan ve başka bir referansa gerek kalmadan var olan ahlak duygusundan hareketle insan olunabileceğine ve insan kalınabileceğine dair telakkileri de bugüne kadar gelen insana başarılı bir çözüm sunamadı.
Batı düşünce geleneğinde ve Hristiyanlık öğretisinde öne sürülen bir başka görüş de insanın Tanrı’nın bir sureti olduğudur. Ne var ki burada da başka sorunlar ortaya çıkmaktadır. Eğer insan, kusursuz bir varlığın, yani Tanrı’nın bir suretiyse insandaki kusurları, yanlışları nasıl anlamamız gerekecek? Hristiyanlık bunun kiliseye, yani dini bir kuruma bağlılıkla aşılabileceğini, insani bir hayat düzenine ancak bu yolla kavuşulabileceğini söyleyerek yanıtlar. Bu anlayışın problemlerini veya yol açtığı sorunları uzun uzadıya ele almaya gerek yok, tarihe bakmak yeterlidir. Geçmişte kilise kurumunun veya papalık düzeninin oluşturduğu sıkıntılar bütün bir Avrupa Ortaçağ’ı için, bizzat kendi entelektüelleri tarafından, bugün bile karanlık bir dönem olarak nitelendirilmektedir.
Bütün bunları dikkate aldığımızda günümüze kadar gelen Batı düşünce geleneğinin insan telakkisinde “kendi kendine yeten bir varlık” ya da “bir kuruma (kiliseye) bağlı bir varlık” anlayışı, insanın ne olduğuna dair tatmin edici cevaplar vermekten uzaktır. İnsan, hayatının bütün evrelerinde her zaman bir şeylere bağımlı olan bir varlıktır. Ayrıca insan hata yapan, yanılabilen bir varlıktır. Öyle ki bu yanılma ve hatalar sadece insanın şahsıyla da kalmayıp diğer canlıları, varlıkları ve insanları da içine alacak şekilde bir zulme ve zorbalığa dönüşebilir.
İnsan, canlılar içinde bağımlı bir varlıktır ve bu durum, bir seviyeye kadar zorunludur. Ancak bağımlılıkları arasında iradi tercihlerde bulunarak bunları bağlılık düzeyine taşır. Kimi zaman da bağımlılık ilişkilerinden ve irtibatlı olduğu bağlılıklarından kurtularak bağımsız veya bağlantısız olduğunu varsayar. Ne var ki bu bir yanılgıdan ibarettir. İnsan, hayatının her safhasında bağımlı bir varlıktır ve hiçbir zaman bundan müstağni kalamayacaktır.
O halde, bir bağımlı varlık olarak insandan bahsettiğimizde aslında insanın özünde bulunan bir esasa vurgu yapmış oluruz. Bu esas da ubudiyettir. Yani insan, özü itibariyle bir kuldur. Kul olan insan, insan kalma ve insanlığını sürdürebilme imkânına ancak kendisinden üstün ve mutlak olan bir varlıkla bağ kurabildiğinde kavuşmaktadır.
Örneğin 20 yıl öncesine kadar, insanoğlunun din ve medeniyet arayışının, tarımın keşfiyle ortaya çıktığı kabul edilirdi. Ancak Alman Arkeolog Klaus Schmidt (Kılaus Şımit) tarihi değiştirecek verilere ulaştı. Göbekli Tepe’de 11 bin 500 yıl önce insanların yüce bir varlığa ibadet ettiğini, bunun için ibadet mekânları yaptığını keşfetti. Keşfedilmeyi bekleyen o bölgede yirmiye yakın tapınağın olduğu varsayılıyor.
Söz konusu bağı sağlamadığı veya irtibatı kurmadığında insanın ubudiyeti yok olmuyor. Aksine insanın bağımlılıklar yoluyla oluşturduğu yapı ve ilişki türleri devam ediyor.
Beşerden İnsana Geçiş Süreci ile İnsan Nasıl Bir Değere Kavuşur?
Yaratılış itibariyle eksik ve aciz olan insan, kendisine bir üst referans alanı belirlemediği müddetçe, tamamlanma aşamasına geçemeyecek ve varlığına yönelik her tür saldırıya açık hale gelecektir.
İnsanın anlamlı bir varlık olup olmadığı sorusunun, anlamlı bir evren içinde yaşayıp yaşamadığı sorusuyla yakın ilişkisi vardır. Hayatın anlamını arama, kendi hayatını anlamlı veya değerli kılma, hayatını belirli değer ve ilkelere göre yaşama, yüce bir değere inanma; varlığımızı dengeli ve huzurlu bir şekilde sürdürebilmek için gerekli olan ruhsal ve ahlaki ihtiyaçlarımızdır.
İnsan bir “değer” ise o değere sahip çıkıp onun için mücadele etmek de “insani değer”dir. İnsani değer; insanı savunmak, insana ve fıtratına ters düşenlere karşı dik durmak ve bunlar için mücadele etmektir. Bu anlamıyla bu çağda yeni bir insan davranışına, yeni bir insan tipine ihtiyaç vardır. İnsanı, dünyayı ve evreni emanet gören bu perspektiften hareketle yeni bir dünya tasavvuru, yeni bir çağ anlayışı, ertelenemez bir zorunluluktur. Bu noktada adil, insani ve fıtrata uygun bir dünyanın inşası kaçınılmazdır. Dava, insan olma davası ise, yeni insan mümkündür. Yeni dünya da yeni insanla mümkündür.
İnsan Neden Güven Duyma İhtiyacı Hisseder?
Bugün insanın kendi fıtratına ait değerleri etrafında bir hayat inşa edememesinin en büyük sebeplerinden biri de modern dünyanın sunmuş olduğu ontolojik güvensizlik, etik kayıtsızlık, politik çatışma ortamıdır. Hâlbuki güven ve sadakatin olmadığı yerde hayat dayanılmaz bir hal alır. Maverdi’nin naklettiğine göre “Güvenlik en mutlu hayat, adalet en güçlü ordu” denilmiştir. Öyle olduğu içindir ki dinlerin temel gayelerinden biri, hukuk ve ahlak sistemlerinin ortaya çıkışının yegane sebebi, insanlardaki bu yıkıcı eğilimlerin zararlarını önlemek, böylece insanlar arasında bir adalet, güven ve sadakat ortamı geliştirmektir.
Peki, neden birbirimize güvenmeye ihtiyaç duyuyoruz? İnsanlar, tek tek fertler olarak kendi kendilerine yetersizdir, tek başlarına karşılayamayacakları kadar çok sayıda alanda diğerine muhtaç yaratılmıştır. Bu güçlüğü ancak bir araya gelip irili ufaklı birlikler kurarak, toplumsal hayat içinde aşabilirler. Eğer her bir fert kendi ihtiyacını karşılamada kendine yeterli olsaydı, varlığını ve gelişmesini sürdürmek için başka insanlara muhtaç olmasaydı, başkalarından sadakat beklemeyecek, birilerine güvenme ihtiyacı duymayacaktı.
İnsan hem içinde yaşadığı toplumun bir ferdi hem de yüzyılların birikimiyle oluşan kültürel mirasın bir parçasıdır. İnsan bir toplumun ferdi olmadan önce bir aile ortamında medeni bir varlık olmaya hazır hale gelir. İçinde doğup büyüdüğü aileye aidiyet duymak ve bu aidiyetin gereklerini yerine getirmek, insan olmanın yanı sıra onurlu olmanın da bir gereğidir. Birey, ailesine karşı borçludur. Ancak bu borç, bir alacak-verecek şeklinde anlaşılabilecek bir yükümlülük değil, bireyin kendisini toplum içinde var eden, sosyal ortama hazırlayan aileye karşı bağlılığın bir yansımasıdır. Toplum içerisindeki her insan, başkasına devredilmesi mümkün olmayan bireysel bir varoluş ve sorumluluğa sahiptir. Bu itibarla başka bir varlığa devredilmesi, dönüşmesi ya da ortadan kalkması mümkün olmayan bireysel varoluş fikri, insan tasavvurumuzun merkezi unsurları arasındadır. Bu bireysel varoluş ve onun ayrılmaz parçası olarak görülen can, akıl, namus, onur, inanç ve mülkiyet dokunulmazlığı, insanı her türden istismara karşı muhafaza eden temel ilkeler arasında görülmüştür.
Bireysel Varoluş ve Sorumlulukların Doğurduğu Farklılıklar, Toplumun Harcıdır
Birbirimizi daha iyi tanımamız için bizi milletler ve kabilelere ayıran Rabbimizin de muradı, birbirini tanımlayarak ayrışmak değil, bilakis birbirini tanımak ve anlamaya çalışmak olmalı… Bugün içinde bulunduğumuz öngörülemezlik duygusunun oluşturduğu kaygıyı ancak birbirimizi anlayarak ve destekleyerek aşabiliriz.
Kur’an’da da müşahede edildiği üzere, aslında bir başkası olarak tanımlanan kişilere uygulanacak olan hukuk kurallarının belirlenmesi de gösteriyor ki İslam’da tek tip bir yaşayış bulunmamaktadır. Her zaman tıpkı bize benzeyen ve bizim gibi düşünen insanlarla yaşamamız mümkün değildir. Her bir bireyin hukukunun korunmasını önemsemek durumundayız.
Bugün dini anlayış ve yaşayışla birlikte anılan tek tip, sorgulanamaz ve geleneksel yaşam tarzı anlayışını aşmak, bizim gibi orta kuşak nesillerin görevidir. Gençlere dinin esas kaynaklarındaki adil, sürekli yenilenebilir anlayışın ulaştırılması gerekiyor. Bir başkasıyla muhatap olunduğunda inancına olan güvenin tam olması için onların ikna edilmesi gerekir. Aksi halde sürekli self oryantal bir bakış açısı üretilmeye devam edecektir.
İnsanın en temel ihtiyaçlarından biri anlaşılmaktır. Bu da ancak karşılıklı anlayış göstermekle mümkün olabilir. Aşık Veysel ne güzel söylüyor: “Anlatamam derdimi dertsiz insana / Dert çekmeyen dert kıymetin bilemez.”
Marjinal karakterler yüksek sesle kendini ifade ederken, daha derin düşünebilen ve hayatı farklı okuma kabiliyeti kazanmış insanlar kendilerini ifade etmekte zorlanabiliyor. İnsanlar düşüncelerini açıkça konuşabilecekleri ortamlar bulamazsa ilişkiler sunileşir ve nitelik kaybına uğrar. Yeni neslin kendini aramızda iyi hissetmeye ihtiyacı var. Geleceğimiz bu durumu fark edip birlikte yola koyulmamıza bağlıdır. Her bir insanın içinde barındırdığı bir güzellik vardır. Tüm mesele, o güzelliği bulmaya çalışma çabasıdır. Mevlana’nın dediği gibi, “Güzel insan aramak ile insandaki güzelliği aramak arasında derin bir fark var.”
İnsanın Ekolojik Sistem İçerisindeki Yeri Nedir?
İnsan kendi toplumsal benliğinin yanı sıra ekolojik bir sistem, tabiat ve arz ile de iç içedir. İnsanın kendi hayatını anlamlandırması ile tabiatı anlaması arasında karşılıklı bir ilişki vardır. Ancak tabiata hikmet nazariyesinden bakmak yerine maddeci bir yaklaşım sergileyen modern dünya insanının doğayı nasıl tahrip ettiğini şaşkınlıkla müşahede ediyoruz. Küresel ısınma, hava kirliliği, iklim değişiklikleri, canlı türlerinin yok olması, ormanların tahrip edilmesi… Bunların hiçbiri insanoğlunun iradesinden ve aldığı kararlardan bağımsız bir şekilde açıklanamaz.
Casiye Suresi’nin 13. ayet-i kerimesinde “O, göklerde ve yerde ne varsa hepsini kendinden bir lütuf olarak emrinize vermiştir” buyuruyor. Evet, fiziki âlemde bulunan her şey insan için vardır. Ancak çevrenin insan için olduğu telakkisinin yanına emanet kavramını eklemek zorundayız. Rabbimiz Enam Suresi’nin 98. ayet-i kerimesinde “O sizi bir tek nefisten yaratmıştır. (Sizin için) bir kalma yeri, bir de emanet olarak konulacağınız yer vardır. Gerçekten biz anlamaya açık bir topluluk için kanıtları birer birer açıkladık” buyuruyor. İnsanoğlu, doğumundan son nefesini verinceye kadar içinde bulunduğu ekolojik sistemin kendisine emanet olduğunun bilincinde olmalıdır. Bu bilinç olmaksızın ortaya konan çevreci hamleler “sığ ekolojik” yaklaşımın bir tezahürü haline gelir.
İnsan ile çevre arasındaki karşılıklı ilişkinin sağlıklı bir zeminde kurulması, insanın anlam arayışı içerisinde önemli bir yer tutmaktadır. Zira insanın çevre ile ilişkisinde sevgi, saygı ve denge unsurunun yokluğu, ekolojik sistemdeki vahdetin önünde bizatihi bir engeldir. Bu sistemin içine sonradan eklenen insandır. İnsan Suresi’nin ilk ayet-i kerimesinde “Gerçek şu ki, insanın yaratılış tarihinde onun henüz anılan bir şey olmadığı bir dönem gelip geçmiştir” buyruluyor. İsmet Özel’in de ifade ettiği gibi “İnsan dört şeyle kaimdir, derdi babam. Su ve ateş ve toprak ve rüzgâr… Ona sonradan kendimi ben ekledim.”
İnsan, vahyi yeryüzünün bütün unsurları ile buluşturmak amacıyla henüz kendisi yaratılmadan önce var edilen yeryüzüne gönderilmiştir. Halife olarak yeryüzüne gönderilen insanın vahiy ile içinde yaşadığı doğayı birleştirici bir misyonunun olmasına rağmen, insan maalesef bu iki unsur arasında ayraç olma günahına düşmüştür.
Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: “Allah’ın emirlerine uyanlarla uymayanların durumu, bir gemi için kura çekenlere benzer. Bir bölümü geminin üst kısmına düşmüş, diğerleri de alt kısmına düşmüştür. Alt kısımda kalanlar, su ihtiyacı olduğu zaman üst güverteye çıkıp su ihtiyacını gidermektedir. Onlar şöyle derler: ‘Bizim bölümden bir delik delelim de üsttekilere eziyet etmeyelim.’ Eğer üsttekiler, onlara ilişmez de serbest bırakırsa, hepsi helâk olur. Ellerinden tutup engel olurlarsa onlar da kurtulur, kendileri de.”
Bizim de doğa ile olan ilişkimiz bu yöndedir. İnsanın tabiat ile olan münasebeti denge merkezli olmak zorundadır. Eğer bizler dengeyi bozarak doğayı tahrip eden hareketlere son vermez ve bu tahribatı oluşturanlara engel olmazsak batan gemide hep birlikte helak olacağız. Hubert Reeves’ın (Hüber Rivs’in) dikkat çektiği nokta çok önemlidir: “Doğa ile savaş halindeyiz. Eğer kazanırsak kaybedeceğiz.”
Kızılderili Şef Seattle’ın (Siedıl’ın) 1854 yılında topraklarını satın almak isteyen ABD Devlet Başkanı Franklin Pierce’a (Frenklın Piırs’a) yazdığı mektubun şu satırları insan ve doğa etkileşimi açısından belki de bir manifesto niteliğindedir:
“Beyaz adamın kurduğu kentleri de anlayamayız biz Kızılderililer. Bu kentlerde huzur ve barış yoktur. Bir çiçeğin taç yapraklarının açarken çıkardığı tatlı sesler, bir kelebeğin kanat çırpışları duyulmaz. Beyaz adamın kentlerinde sakin yer yoktur. Orada bahar gelince yaprakların açılışını veya böceklerin kanat seslerini dinleyecek yer bulunmaz.”
“Toprağımızı almak önerinizi düşüneceğiz. Eğer kabul etmeye karar verirsek, bir koşulumuz olacak: Beyaz adam bu toprağın hayvanlarına kardeşleri gibi davranacak… Kızılderililer sizin yollarınızı, sizin adetlerinizi anlamazlar. Çayırlarda çürüyen binlerce buffalo gördüm!.. Beyaz adamın, geçerken dumanlı demir attan vurup bıraktığı ve ne amaçla öldürdüğünü hâlâ anlayamadığım binlerce buffalo… Ben vahşiyim ve dumanlı demir atın buffalodan nasıl daha önemli olabileceğini anlayamıyorum!.. Ve biz vahşi olduğumuzdan buffaloyu yalnız aç kalmamak için öldürürüz. Hayvanlar olmadan insanlar nedir ki?”
“Şu gerçeği iyi biliyoruz: Toprak insana değil, insan toprağa aittir. Ve bu dünyadaki her şey, bir ailenin fertlerini birbirine bağlayan kan gibi ortaktır ve birbirine bağlıdır. Bu nedenle de dünyanın başına gelen her felaket, insanoğlunun da başına gelmiş sayılır.”
“Bizim çocuklarımıza öğrettiğimizi, siz de kendi çocuklarınıza öğretin: Dünya anamızdır. Dünyaya ne kötülük olursa, oğullarına da aynı kötülük olur. Eğer insanlar yere tükürürlerse, kendi yüzlerine tükürürler. Biz bunları biliyoruz. Dünya, insanlara ait değildir. İnsanlar dünyaya aittir. Bütün her şey, aileyi bağlayan kan bağı gibi, birbirine bağlıdır.”
Sonuç
Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz: İnsanlığın son döneminde yaşanan gelişmeler yeni bir süreci ve durumu işaret etmektedir. En başta insan tekinin ve genel anlamda insanlık durumunun bu süreçte ne olduğuna, neye evrileceğine ve hangi bağlamda ele alınması gerektiğine dair sorular cevap bulmalıdır. Elbette yapılması gereken, kolay bir iş değil… Modern dönemde bile bu konular yeterince ele alınmamıştı. Modern sonrasını yaşadığımız ve artık alışa geldiğimiz kavram setlerinin yavaş yavaş iş göremez hale geldiği bu zamanlarda mesele daha da aciliyet kazanmış ve bizleri temel kavramlarımızı yeniden gözden geçirmeye zorlamış durumda. Bu vesileyle insan meselesini, yeni süreci göz önünde bulundurarak birçok veçhesiyle yeniden ele almak, süreç içinde yaşanan dönüşümleri tespit ve tahlil ederek insana dair doğru kavrayışları ortaya koymak, çok daha önemli hale gelmiştir.
İnsanlığın yaşadığı krizin çözümüne dair alternatif yaklaşımlarımızın neler olduğunu, insan olmanın ve insan kalmanın neleri gerektirdiğini ortaya koymamız gerekiyor. Bunun için ciddi bir organizasyona, ortak akla ve eğitim faaliyetine ihtiyaç bulunmaktadır.
Eşrefi mahlukat olan insanı ayakta tutacak olan değerlere yaslanarak kendimize bir istikamet oluşturmalıyız. Değerlerimiz ayrıştırıcı değil, kuşatıcı ve birleştirici olmalıdır. İnsanlar bizim yanımızda, kurumlarımızda, düşünce iklimimizde, hatta söylemlerimizde kendilerini bulmalıdır. Yeniden inşa edeceğimiz dünyada yaratılmış her varlığın hayat hakkı olmalıdır.
Hülasa, insana hakkını verdiğimizde geride kalan her şeyin de hakkını vermiş olacağız. İnsanın tüm eylemleri, irade ve aklın kullukta buluşarak değerler ürettiği bir topluluk içerisinde anlam kazanır. Böylece bir mümin olarak toplum içinde en hakikatli rolümüzü üstlenmiş oluruz.