TURGAY ALDEMİR – İslam dünyası zor bir süreçten geçiyor. İnşallah Rabbim, kriz içerisinde yeni bir doğuşu ve uyanışı bizlere nasip edecektir.
Bir dönem, ülkemizde bir grup insanın bir araya gelip fikir müzakeresi yapacak ortamı yoktu. Hamdolsun şu anda bu türden sorunları aşmış bulunuyoruz. Türkiye konuşuyor, bizler de konuşarak kendi geleceğimizi inşallah yeniden şekillendireceğiz.
Şu anda İslam dünyasında, değil bu kadar insanın bir araya gelip toplantı yapması, cemaatle namazlarını bile kılamayacak durumda olan bölgeler var. Bugün burada, şu barış ortamında meselelerimizi konuşabiliyorsak, bunun içini doldurmamız, buradan yeni bir sıçrayış gerçekleştirmemiz gerekiyor.
100 yıllık muhasebemizden hâsıl olacak en önemli sonuç şudur diyebiliriz: Hiçbir sorun, onu yaratan bilincin seviyesi, dili ve yöntemiyle çözülemez. Çözüm için üst bir dil ve akıl üretmek gerekiyor. Sorunlarımızı dış hadiselerin tahriki ve tazyikiyle değil, ancak iç dinamiklerimiz ve potansiyelimizle çözebiliriz. Zira yumurta dıştan bir müdaheleyle kırılırsa içerideki yaşam son bulur. İçten bir güçle kırılırsa yaşam başlar. Sahih dönüşümler hep içten, dipten ve yürekten gelen dalgalarla gerçekleşmiştir. Yeni bir başlangıç ancak yeni bir ruh, fikir ve heyecanla olur. Tank, tüfek, taş ve tuğlalarla yeni bir mefkûreyi ve medeniyeti inşa edemeyiz.
Bugün Müslümanlar, çözüm kaynağı olmaktan çok sorunun kaynağı hâline gelmiş durumdalar. Bugün İslam, huzurun ve saadetin değil; yanlış anlaşılması veya yanlış yorumlanması nedeniyle maalesef zulüm ve felaketin sebebi olarak algılanır olmuştur. Bu felaketin nedeni elbette ki İslam değildir. Ancak Müslümanların içine düştüğü durum maalesef budur. Merhum Muhammed İkbal’in şu sözü hakikaten düşündürücüdür: “Kaçın Müslümanlardan, sığının İslam’a…” Ancak, İslam ile İslam tarihini birbirinden ayırırsak İslam’ın hayatla bağını koparmış oluruz. Buna da dikkat etmemiz gerekir.
Taşköprülüzade şöyle der: “İnsan bedeninin her organının bir ibadeti vardır. Aklın ibadeti ise ilimdir.” Bir zamanlar bilimin öncülüğünü yapan İslam dünyası, artık bilim ve felsefenin rüzgârının dindiği, yeni bilim ve düşünce insanlarının yetişmediği verimsiz, çorak bir toprağa dönüşmüştür. Haçlı Seferleri ile İslam diyarlarındaki bilgi, yeni bir arayış içinde olan Avrupalılar tarafından keşfedilerek Batı’ya taşındı. Bilim, uygarlıklar ve milletler arasında bir tür bayrak yarışıdır. Sekizinci yüzyılın ortalarında bayrağı devralan İslam entellektüelleri, çeviri yoluyla hem geçmişin bilgi zenginliğini elde etmiş hem de Arapçayı bir bilim dili kimliğine kavuşturmuşlardır. Bilgi takdir edildiği topraklarda yeşermekte, aksi takdirde o topraklardan göç edip gitmektedir.
Bir medeniyetin oluşması için bilimsel başarının yanında kamu idaresinin destek ve ilgisinin de ilmi geleneğe yönelmesi, temel bir gerekliliktir. İslam dünyası başlangıçta kitap ve kütüphane bakımından zengindi. Bu eserlerin çok iyi koşullarda korunduğu da hepimiz tarafından bilinmektedir. Parlak dönemin en önemli etkenlerinden biri, zengin kitap koleksiyonlarına sahip kütüphanelerimizin olmasıdır. Örneğin, Endülüs’ün 9. Emevi Halifesi II. el-Hakem (961-976) tarafından kurulan özel kütüphanede 400 bin cilt kitap bulunduğu ve bu kitapların basit bir listesini içeren kataloğun 44 ciltten oluştuğu, bugün tarih kaynaklarımız tarafından bize iletilmektedir.
Bu ilim ve irfan merkezleri İslam dünyasının Bağdat, İstanbul, Buhara, Semerkand ve benzeri bölgelerinde var olmuş ve varlığıyla etrafını aydınlatmıştır. Nihayetinde duraklama başlamış, ardından da bilim bu topraklardan göçmüş, bilime ve ilim adamına bakış değişmiştir. Şimdi ise İslam dünyası uzak geçmişinin tozlu bir köşesinde ya yaşanan acılara ağıt yakmakta veyahut kazanılmış kahramanlıklarının türküsünü çığırmaktadır.
Teori ile pratik arasındaki boşluk artınca, Müslüman zihniyetindeki zaaflar da arttı. Müslümanların hedefleri artık erişilemez oldu, umutları boş hayaller hâlini aldı. Başarı ise tarihten ve geçmiş zamanın anılarını yâdetmekten öteye geçmiyor. Merhum Aliya der ki: “Geçmişte o şaşaalı dönemlerimizin eserlerini mümkün olsa da yıksam. Onları yâdedip anmaktansa mahallendeki mescidin çatısını onarmak senin için daha faziletlidir.”
İslam dünyasının en önemli sorunlarından bir tanesi de yönetimlerin meşruiyet sorunudur. Halkına dayanmayan hükümetler, ülke kaynaklarının ve halkının sömürülmesine izin vermekteler. Güçlünün zalim olduğu zamanda, zayıfın mazlum olması elbetteki kaçınılmazdır. Hakka ve halka dayanmayan bu yönetimler; savaşlarla, tehcirlerle insanları ölüm yolculuklarına çıkartmış; insan sevgisini, hümanizmi ve hoşgörüyü dillerinden düşürmeyen, Batı’dan ihraç edilen yönetim anlayışıyla âdeta insanları denizlerin ortasında yok olmaya mahkûm etmişlerdir. Özgürce yaşama hakkı olan kardeşlerimiz okyanusların soğuk sularında ölümle buluşmakta, Batı uygarlığının yaşam alanlarına ulaşmak için kahru perişan olmaktalar.
Özgürlük, adil bir gelir dağılımından bağımsız düşünülemez Nitekim son yıllarda yapılan araştırmalara göre özgürlüklerle kişi başına düşen milli gelir arasında güçlü bir ilişkinin varlığı dikkat çekmektedir. Bencillikler, İslam topraklarında usulsüzlük ve çözümsüzlüğe davetiye çıkarmış, bunun sonucunda İslam’ın damarlarındaki kan gittikçe çekilmiştir. Gerçek Müslüman aydınlar, imanın sosyal hayattan çekilmesini, İslam dünyasının geri kalmasının temel nedenlerinden biri olarak bize aktarmaktalar.
Sivil toplum; hak arama, hakkı koruma, toplumun haklı taleplerini siyasete yansıtma gibi çok önemli işlevleri geçmişte üstlendiği gibi şimdi de üstlenmelidir. Sivil toplum, eğitimin özelleştirilip sivilleştirilmesi için çalışmalar yapmalıdır. Biz biliyoruz ki ulus devletlerin temel dayanaklarından birisi zorunlu eğitimdir. Bunun, ülkemizin özgürleşmesinin önünde önemli bir bariyer olarak durduğu açık bir gerçektir. Sivil toplum, kendi insanını ve münevverlerini yetiştirmek, bu münevverlerin rehberliğinde daha güzel, daha insani ve daha adil bir hayata doğru ilerlemek için çalışmalıdır.
Tanzimat sonrası Osmanlı’da ve Cumhuriyet’in ilk yıllarında klasik vakıf sisteminin yıkıldığı ve vakıfların malvarlığının talan edildiği iyi bilinmektedir. 20. yüzyıla gelindiğinde, muhteşem Osmanlı vakıf sisteminden geriye kalan sadece ve sadece bir yıkıntıdır. Bu durum, hem Türkiye hem de Osmanlı’nın enkazından doğan diğer ülkeler için de maalesef böyledir.
Vakıf ve derneklerin tırpanlanması sonucunda halk, devlet karşısında tamamen güçsüz bırakılmış ve her türlü sorunun çözümü için devletin insafına terk edilmiştir. Halkın tamamen devletin insafına terk edilmesini ve devletin ülkedeki tek güç kaynağı olmasını önlemek için vakıf reformu şarttır.
Biz biliyoruz ki Osmanlı ve onun öncesindeki kadim geleneğimiz bir vakıf geleneği, bir vakıf medeniyetidir. İşte bu bağlamda yeniden inşanın en önemli ayağı nitelikli gönüllü kuruluşlardır. Hâlbuki bu son süreçte, şeytani bir akılla, devlet kendi vakıflarını kurmuş ve zorunlu olarak insanları buraya mahkûm etmiştir. Bu alanda da yeni bir sivilleşmeye ve normalleşmeye ihtiyaç vardır.
Devletin son dönemlerde sivilleşmeye çalıştığı bir süreçte, maalesef sivil toplum örgütleri devletleşme temayülleri göstermektedir. Bu yöndeki bir kırılma bu işin içini boşaltmaya doğru evrilmeye başlamıştır.
Bilmeliyiz ki seküler proje, bütüncül bir projedir. Bu projenin Türkiye ayağı; Müslüman’ı seküler, Kürdü Türk, kadını da erkek hâline getirmeye çalışmıştır. Bu konuda ciddi başarılar da elde etmiştir. Pozitivizmin İslam dünyasında meydana getirdiği en büyük tahribatlardan biri de Allah›ın insan olarak muhatap aldığı kadını, hayatın içine almış gibi gösterip aslında dışına itmesidir. İslam, cinsiyeti değil, şahsiyeti esas almışken zamanla bu alanda olumsuz kırılmalar yaşanmıştır.
Hz. Peygamber (as) önemli konularda kadınlarla istişare ederdi. Örneğin Hz. Hatice, Hz. Aişe, Hz. Ümmü Seleme annelerimizle yaptığı istişareler bizim tarihimizde okutulur, konuşulur. Fakat bunların bugüne dair yansımaları, sadece tarihi vesika olarak kalmaktadır.
Kadınlar, Hz. Ömer’in istişare heyetinde yer aldı. Bunlar, İslam’ın elbetteki ilk devirleriydi. Emevi dönemiyle birlikte birçok alanda olduğu gibi bu alanda da daralmalar yaşandı. Bu daralmalar İslam kaynaklı değildir. Bu daralmaları açmak için bilgi ve hikmetle yola koyulma vaktidir.
Uzunca bir zamandır hayatı maalesef yarım yaşıyoruz. İslam dünyasının dinamikleri çok yüksek, ancak zaaflarımız var. Zaaflarımızın en önemlilerinden biri, toplumun yüzde 50’sini oluşturan kadınların aklının, yüreğinin yeterince yeniden inşa sürecine katılmıyor olmasıdır. Bu, gerek kendilerinden gerekse de İslam’ın yanlış yorumlanmasından kaynaklanmaktadır.
Örneğin İstanbul›da 2013’te yapılan Dünya Ehli Sünnet Âlimler Birliği’nden bir grup âlim, salonda kadınlar var diye içeriye girmek istememişlerdir. Bu yanlış İslam algısı, Hz. Peygamber’in, etrafındaki cahiliye anlayışıyla mücadele ettiği anlayışlardan farksızdır.
Anadolu Platformu, tıpkı o ilk dönem gibi, aile merkezli bir hareket olmanın çabası ve gayreti içerisindedir. Bizler biliyoruz ki toplumun yarısı kadınlardır. Geriye kalan yarısı ise bu kadınların çocuklarıdır.
Yeniden inşa sürecinde büyük sorumluluklarımızın ve çabalarımızın olması gerekir. Ertelediğimiz ve ötelediğimiz yığınla ödevimiz var. Bu hareket ve bu çalışmaları geleceğe taşıyacak, büyük ve cihanşümul kılacak birkaç noktayı belirlememiz gerekir.
Birincisi: Bir hareketi ve bir devleti cihanşümul yapacak en önemli amillerden biri, âlemşümul bir mefkûreye sahip olmaktır. Böyle bir mefkûre olmadan yol yürümek, mesafe almak mümkün değildir. Biz aslında burada bu mefkûremizi konuşuyoruz.
İkincisi: Geniş ve stratejik imkânları haiz bir ülkeye sahip olmak… Hamdolsun, böyle bir imkâna sahip olduğumuzu düşünüyoruz.
Üçüncüsü: Kemiyet kadar keyfiyeti de olan büyük bir nüfusa sahip olmak.
İslam dünyası olarak dünyada, çıkarttığımız ses kadar var oluruz. Oysa ürettiğimiz ilimden, bilgiden ve insanlığın hayatına dokunan kuruluşlardan, maalesef uzunca bir zamandır söz edemiyoruz.
Biz bir ümmetiz. Bizler, bu koca ümmetin elbetteki bir parçasıyız. Bazen başı, bazen gözü, bazen eli-kolu olduk ümmetin. Yeryüzüne yayılmış Müslümanların dertleriyle dertlendikçe biz, gerçek anlamda biz oluruz.
Bizler, İslam coğrafyasında yaşanan acıları hisseden Müslümanların vicdanıyız. Yaşadığımız zaman ve dönem, İslam dünyasının üç asırlık tahribatından sonra, yeniden dirilme ve inşa dönemidir. İslam dünyası, yüzyıl önce elinden alınan iradesini bugün yeniden kazanmak istiyor. Türkiye, bu geri dönüş hikâyesinin esas aktörüdür. İmtihanın sahada, bu bölgede yoğunlaşması da bundandır.
İngiltere›nin yüzyıllık stratejisi İslam’ı İslam’la vurmak, Müslüman’ı Müslüman’a kırdırmaktır. Bugün, hepimiz yakından biliyoruz ki IŞİD diye bir şey yok; sadece İngiltere diye sinsi, emperyalist, şeytani bir güç var. Dünya Müslümanları olarak, içinde yaşadığımız çağı anlamadığımız sürece, dünyada yaşananları kavrayamayacağımızı görmemiz gerekir. İslam’ın insani boyutuna, adalet, merhamet ve imara yabancılaşmış, hikmetten uzak, sadece şekilci uhreviyete yönelmiş İslam yorumu, maalesef vahşi katil sürüleri doğurmuştur.
Bugünkü Müslümanların kolayca şiddete başvurması ciddi bir şekilcilik ve sığlık değil midir? Ümmet bilinci, insanlık mesuliyeti ve cihad ahlakı taşımayan her şiddet cinayettir. Bu kapsamda, İslam dünyasında bu isim altında birçok cinayetin işlenmesi, Müslüman’ın Müslüman’dan emin olması gerekirken korkar hâle gelmesi; konuşmamız, yüzleşmemiz, muhasebe yapmamız gereken temel bir konulardan birini teşkil etmektedir.
İslam âlemi bir kısım fıkhi ve farazi meselelerle uğraşırken asıl meselelerini ıskalamış; özgürlük, adalet, bilgi, hikmet ve merhamet gibi konular ihmal edilmiştir. Zihni bağımsızlıklarına kavuşamayanların siyasi bağımsızlık mücadelesi vermeleri düşünülemez. İslam dünyası yüzyıldır özgürlük mücadelesi veriyor. Ama bu kadar mücadeleye rağmen hâlâ özgürleşememenin en önemli sebebi, zihinsel olarak kendi içinde tutsak olması değil midir?
En büyük kölelik, zihinsel köleliktir. Bileklerdeki zincirler çabuk kırılır ama zihinlerdeki zincirler kolay kolay kırılamıyor. Bileklerdeki zincirleri kırmak için başkası size yardım edebilir ama zihinlerdeki tutsaklığı kişinin kendisi kırmadığı sürece başkası size yardım edemez.
Hayatı siyah-beyaz görmekten, iki renkle dünyayı tanımlamaktan kendimizi kurtarmamız gerekir. Eğitimci bir arkadaş bana dedi ki, “Benim küçük bir kızım var. Bana bir soru sordu, ‘Baba, Allah ne renk?’ diye. Düşündüm, taşındım ama bir cevap veremedim. ‘Sence ne renk kızım?’ diye sordum. Kızım düşünmeden cevap verdi. ‘Siyah’ dedi.”
Uzunca bir süredir bizim İslam yorumumuz hayatı tek renge indirgemiştir. Dünyayı iki renkten ibaret görenler, dünyadaki bu çeşitliliği, renkliliği, bu gökkuşağını yönetebilirler mi? Bu farklılıkları kuşatarak İslam dünyasını geleceğe taşıyabilirler mi?
Bizim yapmamız gereken ilk iş, krizle mücadele için gerçek bir başlangıç noktası belirlemektir. Bunun için önümüzdeki başlangıç seçeneklerini ele almalıyız. Bu seçenekleri üç başlıkta irdeleyebiliriz.
Bir, taklitçi tarihsel çözüm. Bu çözümde dönemsel ve bölgesel şartlar göz ardı edilerek geçmişte başarılı olmuş İslami çözümler, günümüzdeki sorunlara uygulanır. Tarihçilerimiz buna anakronizm (tarih yanılgısı) der.
İki, taklitçi yabancı çözüm. Özünü çağdaş Batı’nın kültürel değerlerinden almış çözümleri uygulamayı içerir. Bu çözüm yolu bireycilik, laiklik, otoriterlik, ateizm, kapitalizm, Marksizm ve liberalizm şeklinde İslam topraklarına acı, keder ve gözyaşı ekmiştir.
Üç, İslami çözüm. Tarihi ıskalamayan, öze dönüşü merkeze alan, ümmetin meselelerini özgün İslami kaynaklardan elde edilen bilgilerle anlamaya ve çözmeye çalışan, bu ilkeler çerçevesinde yaşanılan hayatın ihtiyaçlarının giderilmesi için çabalayan çözümdür.
Ümmetin, son birkaç yüzyıl içerisinde düştüğü zihniyet krizinden, akıl tutulmasından çıkması gerekir. Allah’ın bizden istediği; akıl etmemiz, tefekkür etmemizdir. Bu da yetmiyor, bunu da birlikte yapmamız gerekiyor. Müslümanları mahkûm eden psikolojik zincirleri kırmak, Müslüman aydınların, âlimlerin ve entelektüellerin yükümlülüğüdür. Ancak bundan sonra tevhid, kardeşlik ve adaletin temsil edildiği doğru bir İslami hayata ulaşmak mümkün olacaktır.
Maalesef ülkemizde kendilerini âlim zannedenlerin birçoğu bilgi üreteceğine, ortaya eser koyacağına, başkalarını tüketerek varolmaya çalışıyor. Hâlbuki başkalarının yanlışlarını göstererek kendi doğrularını temellendiremezler. Müslümanlar, ancak dinamizmini, cesaretini, onurunu ve ahlakını geri kazandığında tüm insanlığın gelişimine katkıda bulunabilir. Bizler vahiy ve akıl arasındaki köprüyü yeniden kurmak zorundayız.
Önümüzdeki süreçte kadim güçlerin yeniden yükselişine şahitlik edeceğiz. Bu anlamda, Türkiye yeni bir güç değil, gerektiğinde ortaya çıkması zorunlu olan kadim bir güçtür. Kadim gücün niteliği; onarıcı, barıştırıcı ve kaynaştırıcı olmasıdır. Türkiye, bu yeniden varoluşun odak ve en önemli kalkış noktalarından biridir. Şu anda tarihin önemli bir kırılma noktasına şahitlik etmekteyiz. Bu süreci hep beraber yaşıyoruz. Biz bu sürecin dışında değiliz. Olayları boşluğa bakar gibi seyredemeyiz.
Bizim imanımız yaşadığımız hayata müdahildir. Yurtta iktidar olanlar, dünya emperyalizmine, “Dünya beşten büyüktür” diye bir söz söyledi. Dünyada iktidar olanlar, ülkemizde iktidar olamayan muhalefeti devşirdi, konsolide etti (pekiştirdi). Bir kısım cemaatler, kanaat önderleri, gazeteciler, akademisyenler birbirine entegre edilerek (bütünleştirilerek) yeni bir sürece doğru yol alınıyor. Bu sebeple bilincimizi, idrakimizi, irfanımızı açık tutarak tarihin bu sürecinde nesne değil özne olmamız gerekir.
Oyun kurucu olmamız gerekir ki bu ülkenin geleceğinde imanın, emniyetin ve güvenin yaşandığı bir gelecekten bahsedebilelim.
Şu anda ülkemizde yaşanılan krizlerinin temel nedeni, umudu bitirmeye dönük saldırılardır. Bu saldırıların; birliği, beraberliği, hayatı yaşanılamaz kılmaktan başka bir amacı yoktur. Onun için imkân ve ortam varken sorumluluklarımıza sahip çıkmamız lazım.
Bu toprakların yeniden darüsselam olması için çabalamamız gerekir. Anadolu Platformu, bu amaca matuf çabalardan biridir. Yeni adımlarla bakışımızı büyüterek vicdan sahibi herkesle birlikte yol alma gayretindeyiz. Bu süreçte üst bir zihne; siyasi, sosyal, politik, inşa edici, kuşatıcı bir dile ihtiyacımız var. Bunun için hepimizin kendine çekidüzen vermesi, sözlerine dikkat etmesi lazım. Kardeşliğimizi, birliğimizi, beraberliğimizi, komşuluğumuzu, akrabalığımızı, cemiyet ve cemaatler arasındaki ilişkimizi, içinde bulunduğumuz hareketi ve diğer İslami hareketlere karşı veya inanan-inanmayan insanlara karşı sorumluluklarımızı yerine getirecek bir dili yeniden inşa etmemiz lazım.
Bilmeliyiz ki Kürtler, Türkler, Araplar vb. İslam coğrafyasının ana, kurucu unsurlarıdır. Konuşarak, birbirinden uzaklaşan vicdanları yeniden birleştirmek zorundayız. Bunu, emperyalistlerden bekleyemeyiz. Onlar topraklarımıza fitneden başka bir şey ekmediler. Biz Müslümanlar; Kürdüyle, Türküyle, Arabıyla bin yılı aşkındır bu toprakların kurucu iradesiyiz. Bu bilinçle yeni süreci ele almayız. Aksi hâlde ağır ve yıkıcı olan diyalogsuzluk süreçleri İslam dünyasını istikrarsızlaştırmaya devam edecek.
Ülkemizde ve uluslararası sahada lehimize birçok imkân açılıyor. Bu fırsatları iyi değerlendirmemiz elbette ki önemlidir. Ancak şunu unutmamalıyız ki koşullar bir anda aleyhimize dönebilir. Biz bu durumu Mısır’da, Libya’da, Tunus’ta, Suriye’de en acı şekilde yaşıyoruz. Ertelenmiş birçok sorumluluğun, parçalanmış, darmadağın olmuş bedenlere, gençlere, kadınlara, çocuklara dönüştüğüne şahitlik ediyoruz. Mesuliyetlerimize karşı “Keşke!” deme şansımız yok. İşte bunun için sorumluluklarımızı kuşanarak meseleleri ele almamız lazım. Müslüman olarak, bu yeniden inşa sürecinde, İslam’ın istediği bir birey ve topluluk olarak Müslüman gibi davranmamız gerekir. Gün, bunu gerektiriyor.
Emrolunduğumuz gibi dosdoğru olma gününe şahitlik ediyoruz. Tarihi arka planda o âna, Hira’ya, yani sıfır noktasına giderek reel süreci yaşamak, tarihiyle hesaplaşarak, Hz. Peygamber’le kapanan nübüvvet olgusunu referans alarak, getirdiği mesajı doğru anlayarak yola revan olmamız gerekiyor.
Bizler yeni bir çağın içinde yaşıyoruz. İnsanlığın sıfır noktasından bugüne devasa bir süreç, müktesebat, tecrübe var. Bu tecrübeye tamamen hapsolmadan ama ona yaslanarak günceli iyi ve sağlıklı değerlendirmemiz gerekir. Günceli sağlıklı değerlendiremeyen yapılar, bir nehrin çölün içinde yok olaması gibi yok olup giderler. Bugün kadim tarihe yaslandığı hâlde yaşadığı hayata dair sözü, çabası olmayan birçok yapı, sosyal ve siyasal olaylar karşısında tıpkı o nehir gibi yok olup gitmediler mi?
Yaşayan ve derinliğini muhafaza eden gelenekler, bir tarafta bir köke yaslanırken aynı zamanda açık bir ufka da sahip olurlar. Bu kadim geleneklerin hayat aşılayan tarafı bu açık ufuklarıdır. Bu çerçevede gelenek, geçmişin tekrarı değil bilaki sürekliliğini, sürdürülebilirliğini ifade etmektir. İslami hareketin en önemli ayrılış vasfı; sosyal, siyasi, iktisadi hayatı, tarihi mirasına yaslanarak doğru tespit, tahlil ve icra etmektir. İslami mücadele; temel referanstan kopmadan, Hakk’ın değerlerine bağlı kalarak halkın içerisinde hayat vermek ve hayat bulmaktır.
Bizler hayat bulmak için bir başkasının derdine derman olmaya; yetiminin, fakirinin, fukarasının, ihmal edilmişin yüreğine dokunmaya çalışıyoruz. Bugün İYİLİK-DER yetim, yardım, eğitim çalışmalarıyla bu ülkede derdi, sıkıntısı, sorunu olanlara ulaşma gayretinde. İslam dünyasında nerede bir yıkık, bir virane, ihmal edilmiş bir yürek görse buna dayanamaz ve hayatı onlarla paylaşmaya çalışır. Bunun, bizi insanlaştırdığına, bizi adam ettiğine defalarca şahit olmuşuzdur.
Anadolu Platformu olarak, bu idrakle sıfır noktasından kopmadan, hayatın içinde kalarak, telaşa kapılmadan, sükûnetle, şuurla, düşünerek, istişare ve bilinçle yol almaya çalışıyoruz. Bu, bir bilinçliler hareketidir. Müslümanlar bu geçiş sürecinde tevhidi bakıştan, Hira ruhundan kopmadan, hikmetle ve edremle, genciyle yaşlısıyla, kadınıyla erkeğiyle yeniden bir inşanın, ihyanın çabası ve gayretinde olmalıdır. Yaptığımız işleri derinleştirerek yaygınlaştırmaya çalışmalıyız. Aksi takdirde bugünler sürdürülemez.
Kanuni, kendisinin hocalarından biri olan Ebubekir Efendi’ye mektup yazar. Rivayet olunur ki o mektupta şunu anlatır: “Hocam” der, “devlet belli noktaya geldi. Birçok şey oturdu. Merak ettiğim şudur: Bu devlet nasıl yıkılır? Beni aydınlatır mısın?”
Ebubekir Efendi getirilen mektubu okur, düşünür, taşınır ve bir cevap yazar. Padişah, mektubu açar. Bakar ki bir kelime yazıyor: “Bana ne!” Kanuni şaşırır. Nasıl olur, nasıl ilgilenmez bu meseleyle? Kalkar ve Ebubekir Efendi’nin yanına gider. “Hocam” der, “ben bir sual sordum, ama siz ‘Bana ne!’ dediniz. Nedir hikmeti?” Ebu Bekir Efendi, “Ben cevabımı yazdım” der.
Kanuni’nin, zirveye taşıdığı devleti yıkacak şey “Bana ne!”dir, sorumsuzluk duygusudur. Gördüğümüz bir eksikliğe, yanlışlığa yüzümüzü dönüp gitmektir. Nemelazımcılığın, bananeciliğin ümmeti ne hâle getirdiğine hepimiz şahit oluyoruz. Osmalı’yı da yıkan, birçok medeniyeti de dağıtan bu sorumsuzluktur.
Bunun için, Evde Karakter Eğitimi ile çocuklarımıza, ortaöğretim çalışmaları ile ortaokul, lise ve Anadolu Öğrenci Birliği ile üniversite öğrencilerimize sosyal alanda sorumluluğu, mesuliyeti, bu ülkenin geleceğinde varolma bilincini vermeye çalışıyoruz. Çabamızın temel amacı, öncelikle Allah’ın rızasına ulaşmaktır. Sonra da içinde yaşadığımız milletin, insanlığın, İslam dünyasının kurtuluşuna vesile olmaktır. Kendisini kurtaramayanların başkasını kurtarması mümkün değildir. Bu, bizim kurtuluşumuzun ilahi kapısıdır. Bu kapının kıymetini bilmemiz gerekir.
Bu konuda merhum Cemil Meriç şöyle diyor: “Birlikte düşünmek kişiliği ortadan kaldırmaz, bizatihi geliştirir. Düşüncelerini başkalarınınkilerle birleştirmek için onları sevmek, onlarla kaynaşmak gerek.” Kurtuluş, işte bu şuurlanıştadır. Bu bir şuurlanıştır. Sevmek, paylaşmak, kardeş olmak…
Mesele, evrensel ilkeler üzerinden akli ve ahlaki değerlere dayanan yeni bir varoluş biçimini inşa etmektir. Bunu yaparken de hem kendimiz kalmalıyız hem de evrensel değerlerden kopmamalıyız. Dünyaya yabancılaşmadan, bu süreçte kendimizle barışmayı başarmamız gerekir. Bu da değerlerimize, geleneğimize yaslanarak, meselelere açık bir ufuk ile bakabilmekle mümkündür. Karşımızda artık tarihin akışını uzaktan endişeyle izleyen değil, o tarihe müdahele etme gücüne, birikimine ve cesaretine sahip bir özne var.
Türkiye, tarihine ve kadim değerlerine yaslanarak yeni bir muhayyileyi ortaya koymak zorundadır. Çarpık modernleşme tarihinin sırtımıza yüklediği yüklerden ancak o zaman kurtulmayı başarabiliriz. Bu da temel hak ve hürriyetleri esas alan, hesap verebilir ve şeffaflığı ilke edinmiş bir siyasi, hukuki ve ahlaki sistemi bu süreçte inşa etmemize bağlıdır.
Osmanlı ile beraber kaybedilen sadece bir imparatorluk, siyasi bir güç, toprak ve bir yaşam alanı değildir. Bunlarla beraber büyük bir mefkûre, hafıza ve tarihi de kaybettik. Cumhuriyet, dinden ve tarihi mirastan koparak kendini kurguladı. Türkiye ise ürettiği bu suni korkulardan kurtuldukça normalleşiyor ve etrafına açık bir zihinle bakmaya doğru yol alıyor.
Osmanlı’nın “nizam-ı âlem”inden Cumhuriyet’in “misak-ı milli”sine geçiş, ciddi bir ölçek küçültmeydi. Tarihe, kültüre, hafızaya dair ne varsa köklü bir kopuş yaşandı ülkemizde. Tarihinden gocunmayan, coğrafyasından kaçmayan, insanın aklına, irfanına ve vicdanına güvenen bir Türkiye, toplumsal muhayyilesini kendi his, hayal ve akıl dünyasından hareketle inşa edecek, kendi gücünün işte o zaman farkına varacaktır.
Yaşanılan bu süreç için İslam dünyasının içine düştüğü duruma üzülen, ağıt yakan insanlara değil, onu düştüğü yerden ayağa kaldıracak, dava sahibi, adanmış, entelektüel yiğitlere ihtiyacımız var. Sırasını savan ümmetin onurlu yiğitleri, insanlığa hayat vermeye devam ediyor. Çünkü biz o yiğitlerin, Rabbimizin bildirmesiyle “ölmediklerini, diri olduklarını” ve hayat vermeye devam ettiklerini biliyoruz. Hamdolsun ki sırasını bekleyen yiğitlerin varlığı ümmeti ve insanlığı umutlandırmaya, heyecanlandırmaya devam ediyor.
Türkiye’nin yeni toplumsal mutabakatının kurucu unsuru elbette ki devlet değil, bu değerlere sahip olan millet olmalıdır. Siyasetin bu yeni süreçte temel misyonu ise adil ve erdemli bir toplumun, yaşamın her alanında inşasına ortam hazırlamak olmalıdır. Siyasi düzenin amacı, insanın aklını ve özgürlüğünü kullanarak erdemli bir hayat yaşamasını sağlamaktır. Şeyh Edebali’nin ifadelerinde geçtiği gibi “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın.” düsturu yeniden İslam topraklarında hâkim olmalıdır.
Erdemli toplum, ancak aklını ve hür iradesini kullanabilen bireylerin oluşturduğu topluluklar tarafından inşa edilebilir. Aklını, yüreğini, zihnini bir kısım odaklara, ocaklara kiraya vermiş insanlarla medeniyet, özgürlük, adalet, yeniden inşa konuşmak neredeyse imkânsızdır. Yeniden muhasebeden inşaya doğru yol alırken erdemli bir toplum oluşturabilmek; hukuk ile ahlak, rasyonalite ile erdem, değer ile özgürlük arasında birbirini tamamlayıcı bir ilişki kurmamıza bağlıdır.
Unutmayalım ki biz bu toprakların asli unsuru ve kurucu iradesiyiz. Bin yılı aşkın bir süredir Anadolu’da, 1400 yılı bulan bir süredir de Doğu’da İslam’ın hayat bulması, bu toprakların insanlarıyla gerçekleşmiştir. Bu bilinçle, bu sorumlulukla meselelerimizi ele almamız gerekir.
Hiç kimse hakikatin merkezi değildir. Doğruya ve hakikate katkı sağlayan her çaba bizimdir. Bu çabanın kim, hangi grup, hangi insan tarafından ortaya konulduğuna bakmaksızın desteklenmesi gerekir. Hayırlı olanı kucaklamalıyız. Bu, Hz. Peygamber’in bize öğrettiği düsturdur. Peygamberimiz “Hikmet müminin yitiğidir, onu nerede bulursanız alın!” buyurmuştur. Biz buna ram olmuş insanlarız.
Değişimi anlamazsak tarih bizi geriye, tarihin arkasına atar ve farklı bir evrende, yani aynı zaman diliminde fakat geçmişte yaşamaya mahkûm oluruz.
Türkiye’de İslami hareketin vasatını temsil etmeliyiz. Topluma dışarıdan bakmalı, ancak bilmeliyiz ki onun içinde, onun yaşam alanlarında birlikte olmalı, birlikte solumalı, birlikte konuşmalıyız. Bir gettoya çekilerek İslami hareket sürdürülemez.
Bölgede yeni tehditlere, istikrarsızlıklara hazır olmamız gerekir. Bunları önleyecek, bertaraf edecek fikirler, düşünceler, zihinler, idrakler, tefekkürler oluşturmamız, stratejiler meydana getirmemiz gerekir. Kaosa panzehir olacak yeni bir düzen arayışını mutlaka sürdürmemiz ve bunu başarmamız gerekir. Bu topraklarda var olmak, okyanuslarda yol almak gibidir. Emperyalistler kontrollü bir “yaratıcı kriz” stratejisi izlemektedir. Türkiye, kendilerinin belirlediği sınırlara çekilmeye zorlanıyor, buna boyun eğemeyiz.
Bilmeliyiz ki Anadolu bizim iç kalemizdir. Anadolu’da sağlayacağımız kardeşlik iklimi, tüm dünyayı etkileyecektir. İç karışıklıklara sürüklenmeden meselelerimizi kanuşabilmemiz gerek. Bir kısım sorunlarda farklı düşünmemiz, birlikte iş yapmamıza asla engel olmamalıdır. Artık olayları izliyor, hatta tahmin edebiliyoruz. Fakat stratejik ve operasyonel kararlar almakta maalesef zorlanıyoruz. İrade koymakta geç kalıyoruz.
“El ne der?” anlayışı bizi bugüne kadar atıl bırakmıştır. Stratejik bir zihinle, kuşatıcı bir bakışla çok yönlü düşünmek ve çok aktörlü iş yapmak, bu coğrafyanın oyun kurucusu olmak, adaletin ikamesini sağlamak, bu insanların sorumluluğudur. Bu dünyada bitmeyen hesapların içinde yaşıyoruz. Gönül coğrafyamızın haritalarını biz çizmeliyiz. Kaderimiz, bu bölgeye bağlı. Bu coğrafya bize sorumluluklarımızı hatırlatıyor, yaptığımız çalışmalar bize ahlaki ve vicdani mesuliyetimizi öğretiyor.
Erdemli toplum ancak aklını ve hür iradesini kullanabilen bireylerin oluşturduğu topluluklar tarafından kurulabilir. Bu yeniden varoluş sürecinde adaletin ikamesi ve merhametin bu topraklarda varlığını geliştirmesi için hepimize büyük sorumluluklar düşüyor. Dünyada yaşanan zulümleri hissetmeyen her yürek ölüdür. Küresel alana yeniden adaleti, merhameti taşıma vakti gelmiştir. Gücün imtihanının hepimiz için geçerli olduğunu bilmemiz gerekir. “Güce sahip olunca çok şey yaparım.” arzusuna rağmen güç, eğer hayra kullanılmamışsa, önce o güç sahiplerine zarar vermiştir. Hayatımızın fırsatı elimizdeyken emanetleri mülk edinmeden, sorumluluk alanlarımıza koşar adım yol almamız gerekir.
Bizler bu topraklarda 200 yıldır muhalefet etmenin gücüyle âdeta çelikleştik. Bizi sevenlerin olması elbetteki önemlidir ancak son dönemlerde nefret edenlerin artması ve kendi aralarında kenetlenmesi bizim de bir muhasebe yapmamızı gerekli kılmaktadır. Bunların ne kadarının bizden kaynaklandığına dair bir iç muhasebeye ihtiyacımız var.
Dava ve ideal konusunda çelik gibi olmalıyız. İdrakimiz, irfanımız, mefkûremiz sağlam olmalıdır. Bunun için bedel ödemekten, yol almaktan, itilmekten, kakılmaktan korkmayalım. Biz biliyoruz ki bir adamı adam yapan, adanmış olduğu davasının varlığıdır.
Sosyal ilişkilerde alabildiğine açılım yapmalıyız. Her kesimle, kendi değerlerimizi koruyarak diyalog içinde olmanın gayretine girmeliyiz. Özgüven sahibi olmalıyız. Kimliğimizle, kişiliğimizle muhatabımızın hakkına, hukukuna saygı duyarak her insanla, çevreyle oturup konuşma cesaretini göstermemiz gerekir.
Yaşanılan hayat dinamik, sizin yapınız statik kalmışsa bu, geriye düşmüşsünüz demektir. Bu gerileme organizasyonunuz, aile yapınız, ticaretiniz veya devletiniz olabilir. Hayatın gerisine düştüğünüz an, hayat sizi çiğner atar. Onun için sürekli sıfır noktasında, Hira ruhuna bağlı kalarak kendimizi yenilememiz gerekir.
Kişiler önemlidir, ancak kişileri davamızın önüne geçiremeyiz. Eğer bir davadan söz ediyorsak, dava sadakatini yaşamamız lazım. Bir yığın olmaktan çıkıp bir idealler cemaati olmak kişiye acı gelse de dava sadakati, toplumsal maslahatı kişisel menfaate tercih etmekle başlar.
Kabile kafasıyla düşünenler, milletin vicdanını hissedemezler. Bir millet için sonun başlangıcı; kişisel başarıya odaklanmış, çıkarlarına göre davranan ilkesiz insanların o milletin başına geçmesidir. Bu durum her topluluk için geçerli olduğu gibi bizim gibi yapılar için de önemli ve geçerlidir.
Allah (cc) için yaptıkalarımızı Allah’a borç verip unutmalıyız. Başa kakarsak ziyan ederiz. Rabbimiz, Muhammed Suresi 28. ayette buyuruyor ki: “Çünkü onlar Allah’ın hışmına sebep olan şeylerin ardına düştüler de O’nun rızasını istemediler. O da onların bütün amellerini heba etti, boşa çıkardı.”
Hepimiz hayatta seçimler yaparız. Zor olan, o seçimlerle yaşamak değil midir? Birbirimize yardımcı olmamız lazım. Sivil olan, kendimizden birşeyler vererek, birşeyler katarak yaptığımız işlerdir. İhtiyacımız olanı adamaktır, paylaşmaktır, istirahatimizden fedekârlıkta bulunmaktır, rahatımızı bozmaktır. Vakti, bilgiyi, tecrübeyi, acıyı, sevinci, malı, hayatı paylaşmalıyız ve her insan ile paydaş olmanın çabasına girmeliyiz.
Son yüzyılımızın muhasebe ve inşası için eleştirel ve argümana dayalı, bilgi kaynakları sağlam, dili özgün, yüreği sıcak, ufku açık bir düşünce modelini ihya ve inşa etmek için mücadelemize devam etmek zorundayız.
Bugün burada bulunan siz kardeşlerim, bulunduğunuz beldelerde insanlık nöbeti tutuyorsunuz. Buraları boş bıraktığınız zaman insanlığın neler yaşadığını görüyoruz. Müslümanların tarih sahnesinden çekilmesiyle sadece Müslümanlar kaybetmedi, insanlık onuru yerlerde süründü; adalet, merhamet ve vicdan da neredeyse hayattan çekildi.
İşte bunun için teşkilat zemininde, kadınlara, gençlere, çocuklara, öğretmelere, esnafa, işçiye, köylüye dair çalışmalarda, hayır-hasenat işlerinde, iyiliğe ihtiyaç hissedilen her noktada, özellikle yüz akı, göz aydınlığı bir gençliğin bu emaneti devralması konusunda ve bunun gibi daha birçok alanda çalışma yapıyoruz.
Rabbim, bu konuda emeği geçen tüm kardeşlerimin her iki dünyada da yardımcısı olsun. Bu birliği, beraberliği, hayatın içerisinde açık, şeffaf, insana, yüreğe dokunur bir şekilde geleceğe taşımayı, bizlerden sonra da var kılmayı, bulunduğu her yerde bu davanın insanı olmayı, adaletin, merhametin, özgürlüğün, güvenin adası kılmayı bizlere nasip etsin.
Bu sempozyumdan faydalanmayı, kendi muhasebemizi yaparak aşırılıklarımızı törpülemeyi, yeni bir idrak ile irfan ile hikmet ile buradan koşar adım sorumluluk alanlarımıza dönmeyi bizlere nasip eylesin.
Rabbim, bu çalışmayı kabul buyursun, hayırlara vesile kılsın.
Allah’a emanet olun.