Geçtiğimiz son iki yüzyılda İslam coğrafyası emperyal güçlerin ardı arkası kesilmeyen saldırılarıyla karşı karşıya kaldı. Bu saldırılarla coğrafyamız tahakküm altına alındı. Büyük acıların yaşandığı topraklarımızda Müslümanlar, siyaseti belirleyen adaleti ve merhamete dayalı ana yolu kaybetti ve tarih sahnesinden çekildi. İslam topraklarında sömürgeci devletlerin kuklaları, gecekondu devletleri ortaya çıktı. Ulusalcı ve seküler yönetimler, İslam ve insanlık dünyasını tarumar etti. Gelinen süreçte İslam dünyası dört temel meydan okumayla karşı karşıyadır. Bunlar; her alanda yaşanan geri kalmışlık, sömürgeci emperyalist güçler, bu güçlerle iç içe geçmiş diktatör rejimler ve terörü yöntem olarak benimseyen Marjinal gruplardır. Topraklarımızda yaşanan “Arap Baharı” sadece bir başlangıçtır, olmuş bitmiş bir süreç değildir. Topraklarımız ifadesini bilinçli olarak kullanıyoruz; çünkü emperyalistlerin coğrafyamıza çizdikleri suni sınırları kabul etmiyoruz.

Artık yeni bir yüzyılda ve yeni bir dönemdeyiz. İnşallah bu iki yüzyıllık makûs tarihimizi nihayete erdirme imkânı ile karşı karşıyayız. Bu imkânın tahakkuk edebilmesi ancak sorumlu ve emanet bilincini kuşanmış derinlikli bir muhasebenin yapılmasıyla mümkündür. Bu muhasebe yeni bir inşa için hayati derecede öneme sahiptir. Yeni bir başlangıç ancak yeni bir ruh, yeni bir fikir ve yeni bir heyecanla gerçekleşir.

Bir zamanlar bilimin öncülüğünü yapan İslam coğrafyası, artık bilim ve felsefenin ışığının söndüğü, yeni bilim ve düşünce insanlarının yetişmediği, verimsiz, çorak bir toprağa dönüşmüş durumdadır. Sahih kaynaklarımızla sahih irtibat noktaları sağladığımız takdirde bu gün aynı atılımı yeniden gerçekleştirebiliriz.

İnsanlık tarihi boyunca emin bir sığınak olan İslam, bugün, saadet ve huzurla değil; yanlış anlaşılması veya yanlış yorumlanması dolayısıyla zulüm ve felaket ile anılır olmuştur. İslam’ın insani boyutuna (adalet, merhamet, imarat) yabancılaşmış ve hikmetten uzak, sadece şekilcilik ile uhreviyata yoğunlaşmış İslam yorumu, maalesef vahşi katil sürülerini doğurmuştur.

İslam dünyası, yönetim alanında ciddi meşruiyet problemleri yaşamaktadır. Hakka ve halkına dayanmayan hükümetler, gücünü, meşruiyetini dış destekten almakta, ülke kaynaklarının ve halkının sömürülmesine izin vermektedir. Seküler projeler bir bütün olarak topraklarımızda hayata geçirilmeye çalışılmakta; Müslüman dünyasını değiştirme, dönüştürme, dizayn etme çabası hala devam etmektedir. Biz bu tahakkümü kabul etmemekle birlikte yeniden inşa sürecini başlatmak için kapsamlı, tutarlı ve ilkeli bir yapılanma sürecini öngörüyoruz. Küresel güçler bugün hala İslam’ı İslam’la kırdırma ve yok etme planları yapmaktadır. Sadece bu asrın içerisinde olanları konuşarak bu muhasebeyi gerçekleştirme sürecini 1800’lü yılların başından itibaren ele almak gerekmektedir.

Bu gün genciyle, yaşlısıyla, kadınıyla erkeğiyle hikmete ve erdeme dayanan yeniden bir inşanın, ihyanın çabası içerisinde olmalıyız.

Hırs, öfke, bencillikler, İslam topraklarında usulsüzlüğe, çöküşe davetiye çıkarmış ve İslam’ın damarlarındaki kan gittikçe çekilir duruma gelmiştir. Ümmet bilinci zayıflamış, özgürlük, adalet ve merhamet gibi konular ihmal edilmiştir.

Bizler yeni bir çağın içinde yaşıyoruz, insanlığın başlangıç tarihinden bu güne devasa bir süreç, müktesebat, tecrübe yaşandı. Bu tecrübeye tamamen hapsolmadan bir yandan ona yaslanıp; diğer yandan ise geçmişle hesaplaşarak Peygamberle beraber kapanan nübüvvet olgusunu referans alıp, getirdiği mesajı doğru anlayarak yol almalıyız.

Yaşadığımız zaman ve dönem İslam dünyasının yaklaşık üç asırlık tahribattan yeniden dirilme ve inşa dönemi olmalıdır. İslam dünyası yüzyıl önce gasbedilen iradesini bugün yeniden kazanmak istiyor. Türkiye bu geri dönüş hikâyesinin esas aktörüdür. Bunun için küresel güçler, Türkiye’yi sınırlarına çekilmeye zorlamaktadır. Karşımızda artık tarihin akışını uzaktan ve endişe ile izleyen değil, o tarihe müdahale etme gücüne, birikimine ve cesaretine sahip bir özne var. Önümüzdeki süreçte kadim güçlerin yeniden yükselişini göreceğiz. Türkiye yeni bir güç değil; gerektiğinde ortaya çıkması zorunlu, kadim bir güçtür. Kadim gücün niteliği onarıcı, barıştırıcı ve kaynaştırıcı olmasındadır.

Yaşanılan sorunlar, o sorunu yaratan bilincin seviyesi, dili ve yöntemi ile çözülemez.

Sorunlarımızı dış hadiselerin tahriki ve tazyiki ile değil, iç dinamik ve potansiyelimizle ancak çözebiliriz.

Zihni bağımsızlıklarına kavuşamayanların, siyasi bağımsızlık mücadelesi vermeleri düşünülemez.

Dünya Müslümanları olarak içinde yaşadığımız çağı anlamadığımız sürece dünyada yaşananları kavrayamayacağımızı görmemiz gerekiyor.

Müslümanlar ancak dinamizmlerini, cesaretlerini, onurlarını ve ahlaklarını geri kazandıklarında, tüm insanlığın gelişimine katkıda bulunacaklardır.

Yaşadığımız bu krizle mücadele için gerçek bir başlangıç noktası belirlemek gerekmektedir. Tarihi ıskalamayan bir öze dönüş hareketi gerçekleştirmeliyiz.

Bizler, vahiy ve akıl arasındaki köprüyü yeniden kurmalıyız ki zihin vahyi anlasın, yani kavrayıp yorumlayabilsin.

Müslüman aydınlar,  âlimler ve entelektüeller bu süreçte sorumluluk almak zorundadır.

Yeniden inşanın en önemli sacayaklarından biri de gönüllü birliktelikler olmalıdır.

Sivil toplum, hak arama, hakkı koruma, toplumun haklı taleplerini siyasete yansıtma, devleti salt hâkim olmaktan çıkarıp adil kılma bakımından çok önemli işlevleri geçmişte üstlendi, şimdi de üstlenmelidir.

Halkın tamamen devletin insafına terk edilmesini ve devletin ülkedeki tek egemen güç kaynağı olmasını önlemek için sivil yapıların etkin hale gelmesi gerekir.

Yeni bir başlangıç için;

Alemşümul bir mefkureye,

Geniş ve stratejik imkânlara haiz bir ülkeye,

Kemiyet kadar keyfiyeti de olan önemli bir nüfusa ihtiyacımız var.

Anadolu Platformu olarak bu amaç doğrultusunda önemli bir çaba içerisindeyiz.

Bu süreçte bizim yanlış gördüğümüz dört söylem tarzı kullanılmaktadır: Milliyetçi, Muhafazakâr, Muktedir ve Mağdur. Biz bunun yerine Muhkem, Mantıklı, Muntazam ve Mütevazı bir dil kullanılmasını öneriyoruz.

Temel hak ve hürriyetleri esas alan, hesap verebilir ve şeffaflığı ilke edinmiş, siyasi, hukuki ve ahlaki sistemi, bu sürecin kaçınılmaz unsuru olarak görmekteyiz. Bunun da olmazsa olmaz koşullarından biri yeni bir anayasanın toplumsal uzlaşı ile yeniden inşa edilmesidir. Bunun için evrensel ilkeler üzerinden akli ve ahlaki değerlere dayanan yeni bir varoluş biçimi inşa etmek durumundayız.

Yaşadığımız topraklarda yer alan Kürtler, Türkler, Araplar vb. aynı zamanda İslam coğrafyasının ana unsurlarıdır. Cumhuriyet, dini ve tarihi mirasından koparak kendini kurguladı. Tarihe, kültüre, hafızaya, değere dair ne varsa köklü bir kopuş yaşattı.

Osmanlının ‘Nizam-ı Âlemi’nden cumhuriyetin ‘Ulus Devlet’ine geçiş, ciddi bir ölçek küçültmedir. Türkiye’nin yeni toplumsal muhayyilesinin kurucu unsuru devlet değil; millet olmalıdır.

Muhasebe ve inşa ekseninde yaptığımız faaliyetler sonuç olarak inşayı öngörse de biz yeni bir inşanın uzun bir muhasebe süreci ile mümkün olacağını; hatta muhasebe sürecinin bizzat kendisinin bir inşa olduğunu düşünüyoruz. Zira anlık çözümlerle değil sistematik; çerçevesi, parametreleri belli, insicamı, izah ve idrak gücü olan bir anlamayı kastediyor ve uzun soluklu bir çözümü hedefliyoruz.