Abdurrahman Dilipak
Konumuz, Türkiye’deki İslâmi oluşumlar; bu yüzden Türkiye’den, Cumhuriyet’in kuruluşuyla başlayıp genel bir kronolojik bakış sunacağım. Osmanlı’dan aldığımız bir tartışma vardı; Türkleşmek, İslâmlaşmak, Muasırlaşmak… Bu, Yusuf Akçura’nın başlattığı bir tartışmaydı. Osmanlı bir türlü yenilgiyi hazmedememişti. Neden kaybetmiştik ve tekrar ihtişamlı günlerimize nasıl dönebilirdik? Mehmet Akif’e de bakarsak, “Garb’ın ilmini, sanatını alın; Doğu’nun ahlâkıyla birleştirin ve bir medeniyet inşa edin” diyordu. Ama gâvurun yemeğini yiyenler, onun kılıcını kullanacaklardı. Medeniyetimizi kendi tarihimiz, kültürümüz, inancımızdan damıtmamız gerekiyordu. Fakat bize bunu tartışmaya fırsat vermediler. Ziya Gökalp kendine göre bir çözüm bulmuştu; Türk milletindenim, İslâm ümmetindenim, Garp medeniyetindenim. Kalbimle Müslüman, aklımla çağdaş bir Avrupalı, yiyip içtiklerim ve giydiklerimle Anadolu’nun bir parçasıyım, diyordu. Böyle bir şey olamazdı. Parçalanmış ve sonra biribirine tutuşturulmuş bir insan kimliği söz konusuydu.
Yeni kurulan devlet, din-i mübin üzerine inşa edilecekti. İlk anayasada devletin dine bağlı kalacağına dair unsurlar vardı. Zaten; Osmanlı Devleti ve bir de hilafet vardı. İngilizler halifeyi İstanbul’dan götürürken aslında kafasına kurşunu sıkabilirlerdi. Onların derdi; hilafetin İngilizler tarafından tayin edilen Şerif Hüseyin’e devredilmesi için Vahdettin’i ellerinde tutmaları gerekiyordu. Ama bu devir töreni gerçekleşmedi. Bunun için de Vahdettin canı pahasına direndi ve bunu devretmedi. Arkasından da İngilizlerin bir halife tayin etmesinin sorunu çözmeyeceği görüldü; çünkü ne Araplar buna uyuyordu, ne de İslâm dünyası. Herkes hilafete bağlılıktan söz ediyordu ama öyle her başlarına getirileni de kabul edecek değillerdi. Onun için hilafet meselesinin buzdolabına kaldırılmasına karar verildi. Hilafet manâ ve mefhum olarak Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin şahs-ı manevisine mündemiçtir; yasa ise, manâ ve mefhum olarak Cumhuriyetle mündemiçtir dediler.
Hilafet kaldırılmadı; hilafet devletin kontrolüne verildi. Bu devletin adına laiklik diyorlar, hayır. Eğer dini otorite devletin üzerindeyse teokrasi; devlet, dini otoritenin üzerinde ise Bizantinizm diyoruz; eğer kilise ile devlet bir iş bölümü yapıyorsa buna da laiklik diyoruz. Bu bir ayrılık değil; çünkü laiklik meşruiyetini İncil’den alır. Tanrı’nın hakkı Tanrı’ya, Sezar’ın hakkı Sezar’a verilecektir; dolayısıyla laiklik denilen kurum bir kilise kurumudur. Ruhban dinlerde ruhani konseyle seküler konsey arasındaki ilişkiyi düzenlemek için bir çözümdü. Hilafet donduruldu ve İslâm’ın üzerinden silindir gibi geçtiler. Din adına ne varsa yasaklandı. Türk’ün dini Kemalizmdi artık. İkinci Dünya Savaşı yılları başladığı için hilafet mevzusunu yeniden gündeme getirmek pek mümkün gözükmüyordu. Mustafa Kemal olayın farkındaydı ve birçok yandaş ülkeye yazdığı mektuplarda elinde duran bu hilafeti ne yapacağını soruyordu. İsmet Paşa geldiğinde ise hilafetin olmadığını söylemişti. 1946 yılında Münir Ertegün öldüğünde cenazesi Amerika’dan getirilirken o geminin içinde gelen Amerikalılarla beraber Türkiye de Amerikan kampı içine alınmak isteniyordu. İkinci Dünya Savaşı bittiğinde Türkiye, hiç savaşa girmemiş olmasına rağmen, Almanya ve Japonya’ya savaş ilan etmek zorunda kaldı. Türkiye, İsrail’i ilk tanıyan, Cezayir’i son tanıyan ülkelerden biri olacaktı.
1946 yılında Amerikalılar geldiler ve Türkiye’deki Sovyetik yapının demokratikleşmesine karar verdiler ve bunu yaptılar. Demokrat Parti aslında 1946’da da kurulabilirdi ama ondan evvel halk harekete geçmişti. Mesela Millet Partisi, Cumhuriyet Partisi, Köylü Partisi, Ahrar Partisi kurulmuştu. 1946’da İslâm Koruma Partisi diye bir parti var. Bunlar anti-semitik, anti-batıcıydı. Bu tür yapılar çıkınca CHP kendi içinden çıkardığı bir grupla bu talepleri konsolide etmeye çalıştı. Ama bu partinin diğerlerinden daha fazla şey yapması gerekiyordu ki halkın teveccühünü kazansın. Ezanı Arapçaya çevirdi, imam okullarını açmıştı ve CHP içinden çıkan bu grupla İslâmi hareketleri kontrol edecek ve yeni bir İslâmcılık dönemi başlatacaktı. Demek ki İslâmcı siyasi kuruluşlar 1960’larda değil 1940’larda başlıyor. Menderes halkın taveccüh ve talepleri karşısında duygusal zaaflar gösterdiği için infaz edildi. Mesela bu dönemde Cumhuriyet gazetesi; Amerikancı da oldu, Rusçu da oldu, İslâmcı da oldu.
İmam Hatip Liseleri bunlar eliyle açıldı ve biz de dâhil büyük bir kesim ilgi gösterdik. İmam hatipliler okuyacak bir şey bulamadıkları için bazen Risale-i Nur, bazen tasavvuf kitapları okuyordu. Ama en çok okunan Hindistan, Pakistan’dan gelen Cemaat-i İslâmi’den Mevdudi ile Mısır’dan gelen Seyyid Kutup kitapları olurdu. İlk evrensel İslâmi düşüncenin beslendiği kaynaklar bunlardı. Ali Fuad Başgil, Osman Turan, Sebil-ür Reşad gibi kaynaklar da okuyorduk. Bizim toplanacağımız, yeni bir parti olarak Adalet Partisi çıktı. Bunu Demirel değil, Ragıp Gümüşpala kurdu. Gümüşpala bu halkın kendi kimliğiyle var olmasını gerçekten gönülden istiyordu ve bir otel odasında ölü bulundu. Biz buna karşı, “ne soldayız ne sağda, hak yoldayız hak yolda” sloganları ile sokağa çıktık. Biz kendi adımıza var olmak istiyorduk, bulduğumuz her yerde iki sloganı bağırıyorduk: “Ne soldayız ne sağda, hak yoldayız hak yolda” ve “kör dünyanın göbeğine, hak yol İslâm yazacağız.” Ne yazacağımızı bilmiyorduk ama bunu söylüyorduk.
1961 yıllarında yeni bir siyasi yapı kurma ihtiyacı vardı ve bu Müslümanların kendi sorunları için siyaseti bir enstrüman olarak kullanma çabasının ürünüydü. Buna iki grup destek veriyordu. Mehmet Efendi Hareketi ki zaten onlar İlim Yayma Cemiyeti üzerinden üniversitelerde okumuş bir kesim kurmuşlardı. Bir diğer kesim de Risale-i Nur talebeleri içerisindeki Ali Haydar Haksal’ın temsil ettiği ve bunlarla beraber Hüsamettin Akmumcu’nun olduğu gruptu. Yeni Asya grubu Nur’lu Süleyman tercihinde bulunuyordu. Bu hareket önce kendine bir lider aradı. Liderlikte Müslüman olmasının dışında iki şart aranıyordu; kişinin akademisyen olması ve dil bilmesi.
Kapısı ilk çalınan kişi Osman Turan oldu. Osman Turan’ın cumhurbaşkanlığı adaylığı silah zoruyla engellendiği için kendisi bu liderlik teklifine karşı, onlara konumu itibari ile kaybedebileceklerini belirtti. Ayrıca kendisi, siyasetin teorisi ile ilgilenen ama pratiğine dönük bir deneyimi olmayan biriydi. Ve kendisinin deyimi ile parası yoktu. Hareketin ısrarı üzerine teklifi kabul etti. Eskişehir’de yapılan ilk toplantıya Osman Turan bilet parası olmadığı için gidemedi. Ardından Mehmet Efendi Hazretleri’nin önerisi ile Necmettin Erbakan’a teklif götürüldü.
Şartların yeteri kadar uygun olmadığını söyleyen Erbakan, Adalet Partisi içerisinde örgütlenme teklifinde bulundu. Fakat parti içinde veto edilince Konya’dan vekil adayı oldu ve Meclis’e girdi. Bu girişle Milli Nizam Hareketi 26 Ocak 1971’de doğdu. Gençlik komisyonları, işçi komisyonları oluşturulup daha sonra farklı isimlere evrildiler. Bir anda öylesine büyük bir hareket başladı ki merkezdeki cemaatlerin çoğu din gayreti ile bir araya gelip çalışmalar yaptılar. Ve bütün bu cemaatlerin sloganı “kör dünyanın göbeğine, hak yol İslâm yazacağız” oldu. 12 Mart olaylarıyla birlikte Erbakan yurtdışına gönderildi. Ancak siyasi manevralar sebebiyle gönderildiği gibi geri getirildi. Bu sırada Milli Selamet Partisi kurulmuştu ve seçimlerde 48 milletvekili çıkardı. Bu sonuçlarla ne Demirel ne de CHP iktidar olabiliyordu. 12 Martçılar, Ecevit eli ile bizimkilere iktidarda önemli roller verdi, çünkü Demirel’in gelmesini istemiyorlardı.
1978 yılında “hak yol İslâm yazacağız” sloganını bıraktık. Ne istediğimiz sorulduğunda da bunun yerine milli görüş diyorduk. Milli Nizam’dan Milli Selamet’e geçilince ideolojiye ad verilmesi gerekiyordu ve bu ad Milli Görüş oldu. Bu söylem, hiçbir şekilde sistemli bir yapı değildi. Henüz bu yapılanmayı kuramadan İran etkisi içine girilmişti. Bu dönemde yapılan 1980 darbesi de; Türkiye’yi İran etkisinden uzaklaştırmak, derin devlet içindeki çatışmayı durdurmak ve Müslümanları kontrollü hale getirmek içindi. Hangi Müslümanları sorusunun cevabını bulmak için de Özal, Kenan Evren’in danışmanı olmuştu. İlk amaç, TSE damgalı bir din oluşturmaktı. Batı değerleri ile çatışmayan, toplumsal planda mabedlere hapsedilmiş, alamet-i farikaları yok edilmiş bir din olacaktı bu. Zorunlu din derslerinin koyulması da bu sırada gerçekleşti.
Yeşil sermaye içinde bu yeni dini destekleyecek bir ekip oluşturulacaktı ve bu dönemde Fethullah Gülen’e tam olarak güven duyulmamakla birlikte destek de veriliyordu. Buna “Ilımlı İslâm” adı verilmişti. 1991’de Turgut Özal döneminde bu harekete gelen teklif; “İsrail’in varlığına tehdit oluşturmayacaksınız, Batılı değerler bütünlüğünde kalacaksınız, Amerika’nın ve Nato’nun askeri ve stratejik hedeflerine yönelik tehdit oluşturmayacaksınız; eğer bunları yaparsanız, Türkiye örnekliğinde diğer İslâm ülkelerine bir model oluşturabilir, sizin refahınızı sağlayabiliriz. Aksi halde Kemalistlerle çatışma halinde olursunuz, darbelerle ve terörle uğraşmak zorunda kalırsınız” oldu. 1991-2000 arası kuluçka dönemiydi. Yurtdışında açılan okullar misyoner okulları görevi görüyordu. Türkiye içinde Erbakan iktidarıyla birlikte Ilımlı İslâmcılar sisteme entegre edilmeye çalışılacaktı. Erbakan onların emelleri için harekete geçmeyince Susurluk yaşandı ve iktidardan düşerek yerine derin devletin isimleri geçirildi.
Yeni bir hükümet kurulması gerekiyordu. Abdullah Gül, Tayyip Erdoğan ve Bülent Arınç’tan oluşan yeni bir damar vardı. Bu sırada paralelciler yeni biri parti kurup halkı peşine takacak güçte değillerdi. Ancak Erdoğan’la da yola devam etmek istemiyorlardı, çünkü kendisi dil bilmiyordu ve yabancılarla direkt irtibata geçemeyecekti, ayrıca fevri bir adamdı ve ani tepkiler verebilirdi. Aynı şekilde Bülent Arınç da olamayacaktı ve nihayet Abdullah Gül dil biliyordu, dengeleri gözetiyordu, risk almıyordu ve önü açıldı. Bu aslında paralel yapının bir operasyonuydu. Fakat Abdullah Gül geldiğinde tezkereyi geçiremedi, ordu içindeki ılımlı İslâmcıları bitirmeye çalışan ekibi tasfiye edemedi. Risk alan birine ihtiyaçları vardı. Nasıl ki Erbakan’ı götürenler geri getirdi, Erdoğan’a siyaset yasağı koyanlar onu yeniden hukukdışı yollarla parlamentoya soktular. Plana göre Tayyip Erdoğan önünde, Deniz Baykal arkasında, devlet kurumlarını işgal eden Gülen Hareketi olacaktı ve Erdoğan kafesteki bir aslan gibi sahneye çıkartılacaktı. Bir şekilde Erdoğan Meclis’e getirildi. Fakat Tayyip Erdoğan bir manevra yaparak Çankaya’ya Abdullah Gül’ü gönderdi. Bunun sonucunda ona mukayet olamayan Deniz Baykal cezalandırıldı ve düşürüldü.
Tayyip Erdoğan artık devredışı kalmıştı ve devlet kurumları içine sızılacak tüm kapıları açmıştı. Elbette ki kendisi üzerinden yapılan siyasetlerin farkındaydı ve artık bir rest çekmesi gerekiyordu; “One Minute” ve “Mavi Marmara” bunun için bir fırsat oldu. Tabi ki bunlar içeride birçok şeyi de göze alması gereken hamlelerdi ve önce terörü bitirmesi gerektiğini fark etti. Fakat onun karşısında da konuşlanan bir yapı vardı. BOP’un Ortadoğu’daki siyasi ayağını Tayyip Erdoğan oluşturacak, Gülen Cemaati okullarında yetişenler de bu coğrafyada ılımlı İslâm bürokrasisini kuracaktı. Ama planlanan bütün düzen, Ahmet Davutoğlu’nun BOP’a karşı yaptığı bir planla bir yıl içerisinde bozuldu.
Tüm bu oyunların bozulmaya başlamasıyla birlikte, Amerika Mehdi kartını oynamaya çalışacaktır. Bu da tehlikeli sonuçlar doğuracaktır. Çünkü bölge gücü olarak Sufilerin ve Şiilerin bekledikleri Mehdi aynı Mehdi değil. Kaldı ki Amerika yeni bir mehdi de kurgulayabilir. Yani Amerika dinimizin genleri ile uğraşıyor. İnşallah bu oyunları bozacak olursak; âlemlere rahmet olarak gönderilen bir Peygamber’in ümmeti olarak adaletten, barıştan söz edebiliriz. Müslümanlar arasında vahdet, erdemli insanlar ve mazlumlar arasında ittifak ve değer üreten herkesle nimet ve külfet dengesine dayalı bir işbirliğiyle yeni bir medeniyetin kurucu öncüleri olacağız. Adalet yoksa barış da yok. Adalet ve barış yoksa hiçbir özgürlük güven altında değildir.